Ahde vefa kavramı ve bunun Müslümanın zihin dünyasındaki yeri hakkında ne söylemek istiyorsunuz
Bismillahirrahmanirrahim.
Allah’a hamd, Rasulüne salat vesselam olsun.
Ahde vefa kavramı çok geniş bir meseledir aslında. Çünkü müminin çok ahidleri var. Bir ahdi zaten Allah Teâlâ iledir. Bir insan “Lailahe illallah Muhammedün resulullah” dediği vakit o Allah Teâlâya bir ahd veriyor. “Senden başka kimseyi ilah olarak kabul etmem, tanımam ve Muhammed peygamberin vasıtasıyla bana gönderdiğin her emri imkanım dahilinde yerine getirmeye çalışacağım.” Bu hususta tabi en büyük vefasızlık Allah Teâlâya verilen ahdi bozmaktır. Çünkü Halık-ı Kainat Allah Teâlâ, hem bizi yaratmış o açıdan biz tümüyle O’na aidiz, hem de bütün ihtiyaçlarımızı, bize lazım olan maddi-manevi ne varsa bize veriyor bizim için temin ediyor, ikram ediyor. Onun ihsanlarıyla yaşıyoruz. Maddi olarak rızkımızı veren, hatta her nefesimizde bize bu nefesleri bahşeden Allah Teâlâ’dır. Bununla birlikte Allah Teâlâ bizi kendi aklımıza kendi nefsani isteklerimize, kendi gücümüze, kendi bilgilerimize terk etmemiştir. Allah Teâlâ her nesle her kavme peygamber göndermiş. (Nahl, 16/36)
Allah Teâlâ’nın bize peygamberler vasıtasıyla gönderdiği hükümler de bizi sıkıntıya sokacak teklifler değildir. Bizi ezdirecek, istirahatimizi bozacak, bizi sıkıntıya sokacak, böyle bize faydası hiç olmayacak sadece haşa Allah Teâlâ’nın sırf Ona itaat ederek faydası hiç olmayacak bir durum değil. Tam aksine Allah Teâlâ’nın bize gönderdiği emirlerin hepsi bizim lehimizedir. En şefkatli ve en mahir doktor ne kadar şefkatliyse en sevdiği insan kimse ona yazdığı reçete elbette öyle bir durumda insan elinden geldiği kadar en faydalı bir reçeteyi yazar. Allah Teâlâ’nın bize yazdığı reçete kıyaslanmayacak kadar bizim lehimizedir, bizim faydamızadır. Gönderdiği hükümler bizi sıkıntılardan muhafaza ediyor. İçinde barındırdığı hikmetler bizi çok tehlikeden koruyor. Bize emrettiği şeyler bize çok faydalar sağlıyor. Hem dünyevi ve hem de uhrevi… İşte bu şekilde Allah Teâlâ’nın bizim üzerimizde çok minneti vardır. Buna binaen Ona verdiğimiz kulluk ahdini her kesten daha fazla yerine getirmemiz gerekiyor.
Allah Teâlâ daha Adem’i (a.s) yaratmadan bütün ruhları yaratmış ve onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş bütün insan ruhları; “Evet, ya Rabbi Sen bizim rabbimizsin” demiştir. Yani daha ervah âleminde biz bu sözü Allah Teâlâ’ya vermişiz, O’nun ulûhiyetini, rububiyetini kabul etmişiz. O açıdan hem o ahdimize sadık kalmamız lazım hem de şu an biz Müslümanlar büluğ çağına erdiğimiz vakit biz;
اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ
dediğimiz vakit o da bir ahiddir, bir sözdür, yerine getirmek lazım.
Ayrıca Hz. Rasulullah’a verilmiş bir söz var. Biz “مُحَمَّدٌ رَسوُلُ الله” dediğimiz vakit biz Rasulullah’a söz veriyoruz; “Sen Allah’ın Rasulüsün, biz bunu kabul ediyoruz ve Allah Teâlâ’dan gelen her şeyin Senin vasıtanla gelmesi lazım, biz böyle inanıyoruz. O halde Sen bize ne hükümler getirmişsen biz ona itaat edeceğiz. İşte buradan da Rasulullah’a verilmiş bir sözümüz vardır. Bir de Allah Teâlâ Hz. Rasulullah’ı kendimize örnek seçmemizi bize emrediyor.
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ ً وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً
Bu şekilde hem Rabbimizin emirleri var ve hem de o kadar şefkatli bir peygambere verilen söz var, o açıdan Rasulullah’a verilen söze de çok sadık olmamız lazım.
Tam bu arada sormak istiyorum Seyda. Modern dünya birçok kavramı değiştirdi yeni şeyler getirdi; aklı vahyin yerine ikame etti, her şey akla göre olsun, dedi. Bu da Müslümanlar ne kadar karşı çıksa da Müslümanların zihninde bazı şeylerin ya içinin boşalmasına ya da değişmesine sebep oldu. Ahde vefa meselesinde gereği gibi davranamama Müslümanların ahlakını biraz geriletti, karakterini değiştirdi. Acaba bahsettiğiniz gibi Allah’a verilen ahidle, Rasullullah’a verilen ahidle bir Müslüman tekrar nasıl yüzleşebilir? Kaynaklarıyla nasıl buluşabilir, nasıl gerçekten ahdine vefa gösteren biri olabilir? Modern dünyanın bu kavram kargaşası içinde…
Şimdi hakikatler var. O hakikatlere gözünü kapatan, kulağını kapatan kendisine zarar vermekten başka bir şey yapamaz. Allah Teâlâ bu ahkâmı insanlara gönderirken Halık-ı Kâinat vasfıyla, insanın yaratıcısı vasfıyla bunları göndermiş. İnsana danışmamış. “Aklınız neyi kabul ederse ben onu size vereyim, aklınız bir şeyi kabul etmiyorsa size vermem” dememiş. Böyle bir danışma, böyle bir söz verme yok yani… Kafamız karşı çıksa da göndermiş. Enbiya göndermiş. Enbiya ortada… Mesela İslam peygamberinin nübüvvetini insanlar kabul etmese bile Hz. İsa var, Hz. Musa var, Hz. İbrahim var, diğer nebiler var, tarih bunları kaydetmiş. Milyonlarca insan yıllar yılı bunların peygamberliğini kabul etmiş… Demek nübüvvet var, eğer insan dese ki nübüvvet yok, deistlerin dediği gibi, insanın aklı var, Allah Teâlâ bizi aklımıza terk etmiş, bırakmış, aslında bu Hinduizm’den geliyor. Hindular nübüvveti inkâr ediyorlar. Diyorlar ki; akıl var akıl yeterlidir. Yani nübüvvete gerek yok, diyorlar. Tabi bu yeni bir düşünce değil. Modern dünyada hep çürütülmüş eski felsefeler yeniden yeni bir şekil verilerek veyahut yeniden ısıtılıp insanlara tekrar servis ediliyor. Genelde böyledir, ama hakikat var. Şu anda Kur’an var elimizde. Hz. Muhammed (s.a.v) gibi bir peygamber var. Ve her peygamberin nübüvveti mucizelerle ispatlanmış. Önceki peygamberlerin mucizeleri zaten malum. Bizim peygamberimizin de kendi zamanına has, o zamanki nesle hitap edecek mucizeleri vardı. Ama kıyamete kadar son peygamber olduğu için, bütün nesillere hitap ettiği için, bütün nesillere hitap edecek ve nübüvvetini ispat edecek ve anlatacak bir mucize Allahu Teâlâ Ona vermiş. O mucize de Kur’an-ı Kerim’dir. Şu anda Kur’an-ı Kerim ortadadır. Eğer inanmıyorsanız bu Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna bir benzerini getirin. İnsanlar bin dört yüz yıldır bir benzerini getirememişler. Dolayısıyla bu bir ispattır. Bu ispat bu delil çürütülmeden “yok efendim peygamber yok, yok efendim Allah Teâlâ insanları akıllarına teslim etmiş”, demek boş bir kuruntudur. Bunu söyleyenin bu iddiasından dolayı Allah Teâlâ kendi peygamberini inkâr etmez, gönderdiği dini iptal etmez. Sırf onun aklı böyle bir şeyi kabul etmiyor diye Allah Teâlâ bütün bu hakikatlerin üzerine çizgi çekmez. Ortada büyük bir hakikat var. Şimdi madem ortada bir hakikat var, o halde biz ya hakikate uyacağız ve onunla kazanacağız ki hakikati kabul etmeyen kendine yazık eder. Bir adamın önünde uçurum varsa ve adam arabayla o uçuruma doğru gidiyorsa ve kendisine uçurumla ilgili yapılan uyarılara da kulak vermezse, burnunun dikine giderse uçurumdan yuvarlanmaktan başka bir netice beklenmez.
Ortada Kur’an var, vahiy var, nübüvvet var. Bütün bunlar varken “ben her şeyi aklımla ölçer tartarım” demek kuru bir iddiadır ve bunu iddia edenler kendilerine yazık ediyorlar. Onlar inkâr ediyor diye o hakikat değişmiyor. Bizim kelam ilminde külli bir kaidedir. (Hakaikül eşyai sabitetün) Eşyanın varlığı haktır/gerçektir. Eşyaların hakikati sabittir, hayal değil. Sofestailerin ‘her şey hayaldir’ şeklindeki iddiaları boş bir şeydir. Hakikat var ve ortadadır. İşte o açıdan hakikat varsa hakikatle karşılaşmamız lazım. Kur’an ortada, nübüvvet ortada o zaman nübüvvet ne diyorsa ona göre yapmak lazım. Ama burada şu var: Vahiy ile akıl arasında çelişki bulanlar derin bilgiye, ilme sahip olmayanlardır. Mükemmel geliştirilmiş, yetiştirilmiş bir akla sahip olmayanlardır. Bir defa şu kesindir ki, sahih nakiller ile akıl arasında bir çelişki yok.
Her şeye gidilen bir kapı var. Aklın görevi var, naklin görevi var. Bir vahyin vahiy olduğunu kabul etmek, bunu doğrulamak aklın görevidir. Ne zamanki akılla vahyin vahiy olduğu ispatlandı, akıl vahyin vahiy olduğunu kabul etti, işte burada aklın görevi bitiyor. Ondan sonra insanın hakikati bulmada o akıl tarafından ispatlanmış vahye tabi olması bir zorunluluktur.
Mesela; bir kişi sana bir elçi gönderdiği vakit, her şeyden önce bunun kendisinin elçisi olduğunu ispatlayan bir delil gönderecek. Sen o gelenin gerçekten söz konusu olan kişinin elçisi olduğunu kabul ettikten sonra o elçinin getirdiğini tartışma hakkın yok. Vahiy de böyle… Vahiy olup olmadığı ispatlanıncaya kadar akıl devrededir, ama vahiy olduğu ispatlandıktan sonra tartışma artık bitiyor. Çünkü bu nakil yani vahiy, Halık-ı Kainat’ın naklidir. Sıradan herhangi birisinden gelen bir nakil değildir. Halık-ı Kainattan geliyor. İnsanı yaratan onu hem maddi ve hem de manevi açıdan sevk ve idare edenden geliyor. Şimdi böyle birinin naklini tartışmak hiç kimsenin haddi değil.
İslam dünyasında son yüz, yüz elli yıldır işgaller ve katliamlar söz konusu… Bunun sanki ahdi bozmakla da bağlantılı bir tarafı var. Allah’a ve Peygamberine verilen bir ahid vardı. Kardeş olma ile ilgili, birlik olma ile ilgili, kâfirlerin karşısında yan yana gelmek ile ilgili, Allah için çabalamak ile ilgili… Bunlar gibi çok sayıda şeyi barındıran bir ahid var. Şimdi burada bu kadar uzun süren bir yenilgi var. Tamam, işin İlahi imtihan tarafı var ki Allah Kur’an-ı Kerim’de; “Biz bu günleri insanlar arasında dönüp dolaştırırız” diye buyurur. Fakat bunun bu kadar uzun sürmesi, hem Müslümanların kâfirler karşısında yan yana gelememesi, Müslümanların Kur’an’ın hilafına birbirine şiddetli kâfirlere karşı merhametli olması, sanırım bütün bunların ahdi bozmakla bir alakası var öyle değil mi?
Elbette var. Çünkü biz Lailahe illallah Muhammedün Rasulullah dediğimiz vakit şunu kabul ediyoruz: Allah bizim rabbimizdir, ne emretmişse biz kabul ederiz. Peygamber de bizim ile Halık-ı Kainat arasında bir elçi, bir köprü mesabesindedir. Şimdi bu konuda Resulullahın sahih bir hadisi vardır.
المُسْلِمُ أَخُو المُسْلِمِ، لا يظْلِمُه، وَلاَ يُسْلِمهُ “Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez ve onu zalime teslim etmez.”
Sadece bu hadisle hareket edilirse bu mesele çözülür. Yani bu kadar baskı altında, bu kadar mazlumiyet altında bu kadar saldırıya uğrayan genelde Müslümanlardır. Şimdi Müslüman sadece bu hadis-i şerife göre hareket ederse nasıl davranacaktır? “Müslüman Müslümanın kardeşidir ona zulmetmez, bir de onu zalime de teslim etmez.” Bütün imkânlarımızı devreye koyarak Müslümanı kâfire teslim etmememiz gerekir. Çünkü biz bu dini böyle kabul etmişiz. Peygamberimiz Allah’ın elçisi olarak bize böyle öğretmiştir. E şimdi biz kalkıp hem biz kardeşimize zulmedersek, bu ahde vefa olmaz. Bu ahdi bozmak oluyor. Veyahut da biz kalkıp kardeşimizi zalimlere teslim edersek hakeza ahde vefa göstermiş olmayız. Ahdi bozmuş oluruz.
Ahdi bozmak aynı zamanda münafıkların alametlerindendir. Şimdi her Müslüman, Müslüman olmakla; hem diliyle, hem kalbi ve hem de duygularıyla şöyle bir ahdi vermiştir. “Ben Hz. Rasulullah vasıtasıyla Allah’tan bana gelen dini olduğu gibi kabul ettim ve yerine getireceğim.” Bu konuda şöyle bir anekdotu hatırlatmakta fayda var; bazı insanlar Hz. Rasulullah’ın yanına gelmiş ve demiş ki; “Ya Rasulullah her şey tamam ama ben falan şeyi yapmam.” Mesela cihad gibi veya Namaz’da secdeye gitmek gibi… Ama Rasulullah bunu onlardan kabul etmemiş. Elini çekip onların biatini kabul etmemiş. Onların sözleşmesini, o ahdi, o söz vermeyi kabul etmemiş. Siz Allah’ın dinini tümüyle kabul etmeden bu şey sizden kabul edilmez! Dolayısıyla biz Allah’ın dinini bir bütün olarak kabul etmişiz. O sözü vermişiz. Şimdi biz bunu yerine getirmediğimiz vakit o ahde vefasızlık oluyor ve bu münafıkların alametidir, bunun da hem maddi hem de manevi zararları var. Zira sen imkânların dâhilinde Müslüman kardeşine sahip çıkmazsan, zalimlere karşı ona destek vermezsen yarın o zalimler sana musallat olduğu vakit o da bu görevini yerine getirmez ve şu an şahit olduğumuz manzara ortaya çıkar. Bunun için fazla delil aramaya da gerek yok.
Seyda önemli konuları konuştuk. Ama ahde vefanın, sözü yerine getirmenin bir de ticari tarafı var. Ticaret İslam’da tavsiye edilmiş; fakat günümüzde öyle bir hale gelmiş ki bazı insanlar artık yaka silkiyor. Çünkü çok az kimse sözünü yerine getiriyor, borcunu ödemesi gereken borcunu ödemiyor, bir diğeri kat kat fazla istiyor. Aziz Peygamber, “Cahiliye adetlerini kaldırdım” demiştir, “Kimse kimseyi aldatmasın” demiştir; fakat maalesef bu ahde vefasızlık bize sirayet etmiş. Alimler, hocalar buna yönelik konuşuyor. Fakat bir yıpranmışlık var bu konuda. Biz bunu nasıl tedavi edeceğiz. Konuyla bağlantılıdır diye söylüyorum. İslam dünyasında eskiden cihad hareketleri olmuş. Mesela Hindistan’a kadar fetihler olmuş, İran’a, Bizans’a falan; ama mesela Uzak Doğuya; Endonezya, Malezya, Filipinler… Oralara Müslüman askerler gitmemiş. Müslüman tüccarlar gitmiş, güzel ahlakla gitmişler, sözlerini yerine getirmiş, güzel bir örneklik sergilemişler ve şu anda Endonezya dünyada en fazla Müslüman bulunan ülkedir. Böyle güzel bir geçmişimiz var fakat maalesef ortada bugünkü gerçeklik de var.
Ticaret de insan hayatında var olan fıtri bir şeydir. İnsan hayatında her ne varsa da Allah Teâlâ’nın o hususta emirleri var. Mesela siyaset olsun, ticaret olsun, savaş olsun, barış olsun, evlenme aile kurma olsun, insanlara karışıp sosyal hayata katılma olsun, el hâsıl insan hayatında ne varsa o hususta Allah Teâlâ’nın emirleri var. İnsan Allah Teâlâ’nın gönderdiği bu emirlere riayet ettiği vakit çok yönlü bir istifade elde ediyor. O insan ruhen rahat oluyor.
Her şey madde değildir. Mesela insan sadece karnı toksa artık keyfi yerindedir, öyle bir şey yok. Bu hayvanlarda olabilir. Hayvanın karnı toksa işi tamamdır. Ama insanlar böyle değil. İnsanda kalp var, insanda akıl var, insanda duygular var, insanda ruh var. Bunların hepsinin gıdaya ihtiyacı var. İnsan İslami hükümlere göre ticaret yaptığı vakit, ticaret yolunu, ilmi her şeyi kapsayan Allah Teâlâ gösterdiği için o ticarette yüzde yüz kazançlı çıkacak. Çünkü ilmi her şeyi kapsayan Allah Teâlâ o metodu koymuş. Bu kadar kapsayıcı bir ilme sahip olan ve insana bu kadar merhametli olan Allah böyle bir metod koymuşsa o metod yanlış olmaz. İnsan o metodu takip ettiği zaman kazanacak. Ama tabi dünya imtihan dünyası olduğu için, dünya ebedi bir yer olmadığı için, sadece ahiretteki ebedi istirahat ve saadeti elde etmek için bir imtihan, çalışma yeridir. Ama ister insi olsun isterse cinni olsun şeytanlar insanın düşmanı olduğu için insanlar o kârı elde etmesinler diye insana yanlış yolu telkin ediyor, ona vesvese veriyor. Onun bu şekilde devam etmesi halinde zararlı çıkacağını ona vesvese vererek, tıpkı Hz. Adem’e yaptığı gibi; “sen bu ağaçtan yemezsen sen ölümlü kalacaksın” şeklinde vesvese vererek yeminlerle ta ki Hz. Adem’e o ağaçtan yedirdi. Hz. Adem o ağaçtan yedikten sonra kaybetti. İşte bu şekilde şeytanın verdiği telkinlerin sonunda mutlaka insan için kayıp vardır. Uçurum vardır. Allah Teâlâ, insanın önüne bir metod koymuşsa ve insan o metodu takip ederse insan yüzde yüz kazanacaktır. Hem maddi kazanacak hem manen kalbi rahat olacak. Ruhen sıkıntılardan kurtulacak, etrafındaki insanlar da onu örnek alacak. Neticede biz bir dini temsil ediyoruz. Bir alim, bir seyda dini nasıl temsil ediyorsa, -ki aslında İslam’da belirlenmiş bir sınıf yok mesela ruhban sınıfı diye bir sınıf İslam’da yok, her mümin insan bu dinin temsilcisidir- bir tüccar da kendi mesleğinde bu dinin temsilcisidir. Tıpkı sizin dediğiniz gibi tüccarlarımız gitmişler ta Asya’nın Afrika’nın uzak yerlerine, mücahidlerin kılıçları ile ulaşmadıkları yerlerde onlar kendi rızkları peşinden giderlerken veyahut iki hedefi birden gözeterek yani hem inançlarını uzak yerlere ulaştırma hem de kendi rızıklarını kazanmak için gitmişler… Dürüst davranmışlar, verdikleri sözleri yerine getirmiş, ahidlerine vefa göstermişler bu şekilde insanların dikkatlerini çekmişler. Onları görenler “Bunlara bunu öğreten din hak dindir” deyip İslam’a girmişler. Binlerce, milyonlarca insanın hidayetine vesile olmuşlar.
Son olarak şunu ifade etsek yerinde olur.
Bütün güzellikler Allah Teâlâ’nın gönderdiği dindendir. Çünkü Allah Teâlâ en büyük ilim sahibidir, binbir Esmaü’l Hüsna’nın sahibidir. Kullarına karşı sonsuz bir merhamet ve şefkat sahibidir. Bundan dolayı kendi kullarına en güzel en doğru olandan başka yolu göstermez. Bu şekilde bütün güzellikleri İslam’da toplamıştır. Hayatımızın hangi yönünde olursa olsun, ister ailevi, ister ticari isterse başka bir alan olsun biz İslam’ı kendi hayatımızda uygularsak hem biz rahat ederiz. Kalbimiz rahat olur, ruhumuz teskin olur, hem de çok maddi birçok kazanç elde ederiz. Hatta belki de insanlara örneklik teşkil etmek suretiyle çok sayıda insanın batıl yoldan dönmesine vesile olacağız.
Şimdi belki birileri; “ister eski dinler olsun isterse beşerin çıkardığı ideolojiler olsun bazı güzellikleri içlerinde barındırıyor” diyebilir. Ancak bilinmelidir ki bu güzelliklerin hepsinin de kökeni araştırıldığı zaman mutlaka ya bir peygambere ya bir ilahi kitaba dayandığı görülecektir. Çünkü güzelliklerin hepsi Allah Teâlâ’dan gelmedir. Rızık nasıl Allah Teâlâ’dan geliyorsa bütün güzellikler de; dürüstlük, adalet, merhamet vb. her şey Allah Teâlâ’dan gelmedir. Güzellikler Esmaü’l Hüsnanın tecellileridir. Evet, kendi Esmaü’l Hüsnasını o şekilde tecelli ettiriyor. Küfre ait hiçbir güzellik asılda yoktur. Ama Allah Teâlâ her beldeye bir peygamber gönderdiği için o peygamberden kalma bir güzelliği sahiplenmişler ve o küfür ehlinin malı gibi duruyor. Oysa küfre ait hiçbir güzellik yok. Tıpkı haçlı saldırıları ile gelip döndükleri vakit bizim kaynaklarımızı beraberlerinde kendi memleketlerine götürmüşler. Müslümanların içinde çok kaldıkları için gördükleri çok güzelliği, ahlakı beğenip etkilenmişler ve kendilerine almışlar.
Neticede bütün güzelliklerin kaynağı Allah’tır. Dinimiz de Allah’ın dini olduğu için bütün güzellikleri barındırıyor. Dolayısıyla biz dünyamızın mamur ve güzel geçmesini istiyorsak Allah Teâlâ’ya verdiğimiz ahdi hatırlamamız ve ona vefa göstermemiz lazım. Kalbimizin ve ruhumuzun huzurunu düşünüyorsak yine bu ahde vefa göstermemiz lazım. İnsanlara örnek olacak bir davetçi olmak istiyorsak bu ahdimize vefa göstermemiz lazım. Her şey bu verilen ahde vefaya odaklanıyor. Allah bu konuda hepimizin yardımcısı olsun. Bizi o hak yoldan saptırmasın.
Allah razı olsun Seydam!
Son olarak davetçi Müslümanlara ne tür tavsiyelerde bulunmak istersiniz.
Doğrusunu söylemek gerekirse davetçi olmayan bir Müslüman yok. Yani görev olarak… Ama kimi bu görevini yerine getirir kimi de getirmez. Yoksa her Müslüman aslında bir davetçidir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de bir ayet var;
قُلْ هٰذِه سَبيلٓي اَدْعُٓوا اِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَصيرَةٍ اَنَا وَمَنِ اتَّبَعَني وَسُبْحَانَ اللّٰهِ وَمَٓا اَنَا مِنَ الْمُشْرِكينَ
Allahu Teâlâ Hz. Rasulullah’a diyor ki: “De ki bu benim yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar, kim varsa, basiretli bir şekilde davet ediyoruz.” Dikkat edin; ben ve bana tabi olan diyor. Kim Lailahe illallah Muhammedün Rasulullah deyip ben Rasulullah’a tabiyim diyorsa bu işin davetçisidir.
Bir de Hz. Rasulullah (s.a.v) bir hadisinde diyor ki: بلغوا عني ولو آية “Benden bir ayet bile öğrenmişseniz onu başkalarına ulaştırın.” Onlara anlatın. Hatta Veda Hutbesinde “Burada hazır olanlar, bu mesajlarımı öğrenenler burada hazır olmayanlara ulaştırsın.” Dolayısıyla aslında bütün müminler davetçidir. Ama bazı müminler bu bilinçtedirler, kendi görevlerini yerine getirmeye çalışıyorlar. Bazıları bu bilinçte değildir. Bazıları belki görev olarak gönüllü olarak kendilerini insanları irşad etmeye adamışlar. Allah Teâlâ belki bu hususta onlara böyle bir kabiliyet vermiş. Bazı insanlar da başka alanlarda daha kabiliyetlidirler. Onlar da o alanda ilerlemiş. Ama bir tüccar da bir davetçidir. İslam’a göre ticaret yaptığı zaman o aslında tabi olduğu hak dini, muhatap olduğu insanlara tebliğ ediyor ve onları davet ediyor. Diğer alanlar da böyle… Hangi alan olursa olsun herkes kendi alanında bir davetçidir. O alanda İslam’ın gereklerini yerine getirdiği zaman davet görevini aslında yerine getirmiş oluyor.
Tabi özel olarak bu mesleği omuzlayanlar, davet için kendilerini müsait edenler kendi hayatlarında ilahi emirleri ne kadar uygulasalar o kadar verimli ve etkili olurlar. Kur’an’ın en kısa surelerinden Asr Suresinde Allah Teâlâ buyuruyor; “Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır. Ancak iman edenler…” yani insanlığın kurtuluş reçetesinin tek bu din olduğuna iman edenler “müstesna…” Sonra “o inandıklarını hayatlarında pratiğe dökenler bu hüsrandan kurtuluyorlar.” İnsan inandığı şeyi hayatında pratiğe dökmezse kaybediyor. Sonra üçüncü görev… “Hakkı tavsiye edenler…” yani inandığımızla amel etmekle tek mükellef değiliz. Aynı zamanda o hak bildiğimizi insanlara anlatmakla da mükellefiz. Eğer anlatmazsak biz kurtuluşa ermeyiz. Allah Teâlâ’nın o açıkça söz ettiği hüsrandan kurtulmayız. Onun için söylemek lazım. Çünkü söylemezsek, insanları hak yoldan saptırıp onlara zulmetmek isteyen şeytanlar onlara söylüyorlar. Dolayısıyla insanlara hakkı söylemezsen alternatifsiz kaldıkları için insanlar batıla kayarlar. Pazarda kaliteli mal yoksa millet mecburen sahtesini alacak. O açıdan da hakkı ortaya koymak lazım. Bir de “sabırla bu işi sürdürmek…” Bu şekilde Allah’ın izniyle davamızı, dinimizi iyice öğrenmek, onunla amel etmek, onu insanlara anlatmak hiçbir şeyden çekinmeyip söylemek… Tabii hikmetle, basiretle, mantıkla hareket edip bu hak dini insanlara anlatmak bir de sabırla bu işi devam ettirmek… Eğer böyle davranırsak bir bakarız ki bu menfi atmosfer, emperyalistlerin şekil verdiği dünya değişecek Allah’ın izniyle… Her kıştan sonra bahar geldiği gibi bu kışımız da Allah’ın izniyle bir bahara dönüşecek…
Seydam Allah razı olsun. Zaman ayırdınız, zahmet ettiniz. Allah razı olsun.
İnzar Dergisi
Benzer Haberler
cekici.net'te Hizmette Sınır Yok!
Nasıl yapılır, Niçin yaptın
İstanbul'da lale zamanı
ACN Nakliyat işinizi dahada kolaytırır
Seçmen Kağıdı Olmadan Oy Kullanılır mı? Oy Kullanmak İçin Gerekli Belgeler
Cenaze Yıkanmadan Namazı Kılınır mı?
Zirve organizasyon masa sandalye kiralama hizmeti
Mü’min Olmak Sözünde Durmaktır