ALLAH
Haber detay

Allah lafz-ı celali bütün ilahî sıfatlan kendisinde toplayan Zat'a delâlet eden alem-i mahsus, yani özel isimdir. Diğer bü­tün Esma-i Hüsna, Allah lafzına isnad edi­lerek, mesela: "Allah Rahimdir", "Rahîm, Allah'ın sıfatıdır", "Allah rahmet eder" de­nir. Fakat "Allah, Rahîmin sıfatıdır" denil­mez. Allah ismi, Kur'an-ı Kerim'de 2697 defa geçer. Bu kutlu ismin etimolojisi ve geçirdiği tarihî tekamül konusunda çok şey söylenmiştir. Bu konuda ileri sürülen gö­rüşlerden hiçbiri, az ya da çok kuvvetli bir ihtimal ve teklif olmaktan öteye geçemez. Bu ihtimaller otuzdan fazladır. Birçok ali­me göre bu kelime müştak (türemiş) değil­dir, alem-i murteceldir, ilk vaz ile, gerçek Tann'ya işaret eden ism-i alemdir. Müştak olmasında engel görmeyenler arasında en

çok taraftar toplayan fikre göre bu lafzın as­lı, "ma'bûd, tanrı" anlamına gelen ilâh keli­mesinin marife şekli olan el-ilahtır. Buna göre Allah, belirli olan gerçek tanrı demek olur. Çok kullanmak ve tek olmak itibariy le, artık ilah denilince hatıra O geldiğinde, idğam yapılarak "Allah" denilmiştir. Sîbe-veyh, Taberî, Zemahşerî, Cevheri, Beydavî bu görüşte olanlardandır.

Dil bakımından lafz-ı celalin bazı istis­naî özellikleri vardır. Bu ismin çoğulu (tes-niyesi veya cemi) yoktur. Tenvin kabul et­mez. Alem olduğu halde munsanftır. İlk harfi olan hemze elifin, ne vasi, ne kat' hemzesi olduğu söylenemez. Zira birçok durumda (mesela: billahi, kâlellâhü) vas-ledildiği halde, mesela münada durumunda hemze düşmez (yâ AUahü denir). Oysa vasi sayılsaydı yebne ünone (Tâhâ, 94) kelime­sinde olduğu gibi düşmesi gerekirdi. Bu Özellikleriyle, bu kutlu isim, dinî bakımdan olduğu gibi lisan bakımından da, "hak Mal)ûd"dan başkası hakkında asla kullanıl­mamıştır. Her halde bu hususiyete sahip tek kelime de budur.

Uluhiyyeti belirtmek için gerek Akad, Ugarit, Fenike dilleri gibi ölmüş ve gerekse Arapça, ibranca gibi yaşayan sami dillerde müşterek "el" lafzı, aynı zamanda, başlan­gıçtaki tevhîd tezinin doğruluğuna delil ol­maktadır. Demek ki, çok uzun dönemlerde ve bu pek geniş coğrafyada yaşayan insan­lar hak Tanrı'ya kulluk ediyorlardı. Cahiliy-ye Arapları gökleri ve yeri, kendilerini ve bütün canlıları yaratan, yağmuru indirip yeryüzünü canlandıranın Allah olduğunu kabul ediyorlardı. Fakat çok ötelerde dü­şündükleri bu Yüce Varlığı unutmuşlar, ta­pınmalarım Onun oğlu, kızı diye iddia et­tikleri bazı tanrılara yöneltmişlerdi. Bunlar O'nun katında şefaatçi olacaklarına ina­nıyorlar, Allah Teâlayı ancak bir felaket sı­rasında hatırlıyorlardı.

İnsanlar, hemcinsler arasındaki karışık­lığı önlemek için birbirlerine özel isim ve­rirler. Halbuki gerçek Tanrı tektir, böyle olunca İsim bulunması doğru olur mu?" di­ye düşünen filozoflar bulunabilir. Fakat be­şerî vakıaya göre isim, sadece hemcinsler­den ayırd eden basit bir etiket olmayıp, aynı zamanda, varlığı ve şahsiyeti tamamlayan bir unsurdur. Adı olmayan, yok hükmünde­dir. Ancak var olanın adı sanı anılır. İşte bu­nun içindir ki Tann, benzeri bulunmasa da özel ad taşır. Kaldı ki isim, objeye tekabül edip onu izhar eder. İnsanlar arasındaki or­tak anlayışa göre, bir şahsın Özü, onun adın­da temerküz eder, adsız adam adeta varlık­tan da mahrum sayılır. Keza insanlar, bütün varlıklarıyla yöneldikleri Rab Teâla'ya ni­yaz ve nida ederken, O'na hitab ederken kullanacakları birtakım isimlerin bulunma­sında zaruret vardır.

İşte bu sırdandır ki, Allah Teala adının kutsal ve yüce olduğunu bildirir (Rahman sûresi, 78). Adım yüce tutmayı (Vakıa, 74; Hakka, 52), adının anılmasını (İnsan, 25) ister. Öyle ki, bazan ismin medlulü belli ol­duğu için Allah, "isminin teşbih edilme-si"m emreder (Hakka, 52; A'lâ, 1). Demek ki, Tann'nın ismi olmadığı takdirde insan, Uluhiyyetle münasebet kurmakta ve müna­sebetlerini düzenlemekte büyük zorluklar çekerdi. Zira insan, varlığı isimde görüp, isimle ifade etmeye alışkındır. İsim, varlı­ğın tescilidir. Yalnız şu var ki, isim ile "tes-miye"yi birbirinden ayırd etmek lâzımdır. Önemli olan, varlığa delalet eden adın bu­lunmasıdır, yoksa lafız değildir. Burada isim müsemmanın aynı mıdır, gayn mıdır?

meselesine girmeyeceğiz. Yalnız şunu di­yeceğiz ki isimden maksad lafız olursa, isim müsemmadan başkadır ve nitekim Uluhiyyetin ismi de milletlere ve dönemle­re göre değişik durum gösterir. Oysa mü-semma böyle değildir, değişemez. Şayet isimden maksad, bir şeyin zaü ise, o takdir­de isim müsemmamn aynıdır.

Esmay-ı Hüsna (Allah'ın güzel isimle­ri)

Allah Teala'nın varlığı en bariz bir tarz­da tezahür ettiğinden O, Zatını bu tezahürü ifade eden birçok isimle anmıştır. Allah'ın zatı, sıfatlan; sıfatlan ise isimleri vasıtasıy­la bilinir. Bütün kâinat Allah'ın isimlerinin tecellilerinden ibarettir. İsimler ise, aslında birtakım ilahî vasıflardan ibarettir. Nitekim Allah'ı zat olarak kabul eden her din, O'nu tanıtmak için, çok sayıda aklî yüklemlere, yani vasuflara başvurmuştur ve bunlar ger­çeğe tekabül ederler, sembolik ifadeler de-ğildirler.Mesela "Allah rahimdir", "Allah kadirdir", "Allah hakimdir", "Allah affedi­cidir" demek gibi. Bu isimlerden Kur'an-ı Kerim'de zikredilenler takriben yüz kadar­dır. Hadis-i şerifte, Allah Teala'nın 99 ismi­ni zikredenin Cennete gireceği bildirilmiş­tir. Fakat Tirmizî'nin Sünen'inde, bu hadis-i şerifin devamında sıralanan 99 esmay-ı hüsna, Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözünden değildir, müd-rectir, yani bu 99 ismi başta Kur'an-ı Ke-rim'den tesbit etmeye çalışan bir ravinin derlemesidir. Rahman, Rahim (çok merha­metli), Kerîm (çok iyi, cömert ve âlicenab), Azîz (mutlak kudret ve galebe sahibi), Hamîd (her hali övülmeye layık, bütün m ah lu kalça övülüp şükredilen), Tevvab (tevbeleri kabul edip kullannın günahlarını silen), Kuddûs (her türlü kir ve kusurdan

uzak, münezzeh, kutsal, mahlukatça takdis edilen), Selam (arızalardan salim olup mah­luklarına esenlik, selamet veren), Semt (işi­ten), Basîr (gören), Vedûd (kullannı seven ve onlar tarafından sevilen), Alîm (her şeyi bilen) isimleri, esmay-ı hüsnadan bazılan-dır. Pek geniş tefsire müsait olan bu kutlu isimlerin müslümanların ibadet, tefekkür ve ahlakî hayatlarında büyük önemi olup, birçok alim tarafından müstakil eserlerle şerhedilm işlerdir.

Allah Teala'nın Esma-i Hüsnâ'sı çeşitli şekillerde tasnife tabi tutulmuştur. Bazı ke­lam alimlerinin sınıflandırması şöyledir: 1-O'nun varlığına delalet eden isimler: Zat, Şey, Nefs gibi (Maide, 116 ve En'âm,). 2-Varlığın keyfiyetine delalet eden isimler: Bakî, Dâim gibi. Hakikî sıfatlara delalet eden isimler: Alîm, Kadîr, Hayy, Semî, Basîr gibi. 4- İzafi sıfatlarına delalet eden isimler: Evvel, Ahir, Zahir, Batın gibi. 5-Selbî sıfatlarına delalet eden isimler: Kuddûs, Selam gibi. 6- Allah Teala'nın fiil­lerinden alınan isimler: Hâlık, Rezzâk, Muhyî, Mümît, Rahîm gibi.

Allah'ın isimlerinden Kur'an-ı Kerim'de nass olarak bulunanlara iman etmek vacip, şahinliğine hükmedilen hadis-i şeriflerde bildirilen isimlere de iman etmek, aynı şe­kilde vaciptir. Bu mertebeye erişmeyen isimleri zikretmek doğru değildir.

Esma-i Hüsna'dan her biri, Zat'a ve ken­disinden müştak olduğu sıfata birlikte ola­rak, mutabakat suretiyle delalet ettiği gibi, tazammun ve lüzumdan ibaret öbür iki delalet çeşidiyle de Allah Teala'ya delalet ederler. Mesela es-Semî ismi Allah'ın Za-tı'na ve işitmesine mutabakat, sadece Za-tı'na veya sadece işitmesine tazammun, Hayy ismine ve hayat sıfatına ise lüzum suretiyle delalet eder. Ulûhiyyeün en has ismi olan "Allah" lafz-ı celali ise, onların hepsi­ne ve en mükemmel şekliyle bütün gerekle­rine, keza bütün zıtlanndan uzak ve münez­zeh olduğuna delalet eder.

Allah'ın isimlerinin çokluğu, O'nun fiil­lerinin çokluğunu anlamamızı kolaylaştı­rır. Uluhiyyetin muhtevasına sınırsızlık ve­rir. O'nu kısıtlayıcı, dar anlayışlardan kurta­rır. Özellikle, birbirinin zıddı olan isimler (unutulmamalıdır ki, mütenakız demiyo­ruz, zira mütenakız ile zıd kavramları başka şeylerdir), Uluhiyyeti sınırlamak eğilimi ta­şıyan anlayışlara etkili birer engel olurlar. Kimisi O'nu sadece Zahir olarak görmek is­ter. Öyledir amma, Allah Bâün'dır aynı za­manda. Kimisi sırf Hakîm, kimisi sırf Kadîr, kimisi sırf Rahim olarak bilmek is­ter. Bunların hepsi de tek tek doğrudur. Fa­kat O'nun bunlardan farklı, hatta bazan zıd vasıflan da vardır (Azız, Afüvv, Ğafûr, Şe-didul-îkab gibi). Böylece beşeri idrakimiz­le dahi anlarız ki, Ulûhiyyet sıfat ve fiilleri ile bile insan anlayışı tarafından ihata edile­mez.

Allah Teala'nın isimleri tevkifidir yani ayet veya hadislerde varid olması gerekir, kıyas yoluyla sabit olmaz. Bununla beraber çeşitli dillerde Ulûhiyyete işaret eden ism-i alemler (özel isimler) böyle değildir, onları ıtlak etmekte ihtilaf yoktur. Diğer bir görü­şe göre, Allah Teala'nın münezzehliğine aykırı olmayan, O'nun sıfatlarına layık olan herhangi bir lafzı ıtlak etmek caizdir. Birin­ci görüşe göre, Allah hakkında layık olma­yan manayı belirleme insan anlayışına bıra­kılmadığı halde, ikincisine göre insanlara da bu yetki verilmektedir. Bunlardan birin­cisi, daha ihtiyatlı olan yoldur. İmam Gaz-zaK bu hususta isim ile vasfı ayırd eder. Ona

göre isim verme, Dinin iznine bağlıdır. Bu­na karşılık, Allah Teala hakkında yalan ol­mayan doğru vasıflar öyle değildir. Mesela Kur'an-ı Kerim'de geçmese de Mevcâd, Kadîm vasıflan kullanılabilir. Fakat alîm ile arif aynı manaya da gelse, sadece birin­cisi kullanılabilir, zira arif ismi din! naslar-da varid olmamıştır.

Ulâfüyyette Bulunan M üt eş ab İh Özel­likler

Ayet-i kerime ve hadis-i şerifler Allah Teala'yı çeşitli vasıflarla tanıtmışlardır. Bunların çoğu isbat tarzında olup, selbî va­sıflar çok daha az kullanılmışlardır. Yani Uluhiyyetin mahiyetinin ne olmadığını bil­dirmekten ziyade, ne olduğu bildirilmiştir. Bu da, insanlarda bulunan bazı sıfatlarla Allah'ın tavsif edilmesi şeklinde tezahür et­miştir. Bazı filozofların ve Mutezili tema­yülde olanların arzu ettikleri gibi sadece selbî yönden tanıtma olsa, "Allah'ın mekanı yoktur, hiçbir yerde değildir, görünmez, sı­fatlan yoktur, hiçbir surette hiçbir şeye ben­zemez, asla tasavvur bile edilemez vb." de­nilse, bu tanıtma olmazdı. Halbuki insan aklı, var olanı birtakım sıfatlarla tanıyabilir Var olan, işiten, gören, irade eden, cezalan­dıran, seven, affeden gibi.

Kur'an Uluhiyyeti tanıtırken ta'tîlsiz tenzih yolunu tutmuştur, yani O'nu böylesi sıfatlardan soy utla m ak sız in tanıtıp tenzih etmiştir. Buna mukabil Mutezile, ta'Üle, ya­ni O'nun sıfatlarını kabul etmemeye gitmiş­tir. Bu mesele islâm düşünce tarihinde uzun münakaşalara yol açmış, teşekkül eden Ke­lam ilminin başlıca konularından olmuştur. Burası o tartışmalara girmeye müsait değil­dir. Yalnız şunu diyeceğiz: İnsanlık arasında Allah'ı tanıma hususunda başlıca iki zıt temayül bulunmuştur: Birincisi, bilinen bir­takım durumlarla O'nu tanıyabilen isbat yönü veya vücudî yön; ötekisi ise tenzih ve tecrîd ederek tanımak isteyen selbî yön. Kur'an-ı Kerim'in tanıtma usûlü, isbat yö­nüne ağırlık vermekle beraber, selbî yönü de ihmal etmemiştir. Böylece insan fıtratına uygun tanıtma şeklinin, tek başına bu iki yönden hiç birinde olmayıp, bu iki zıddı n birlikte olarak ahenk içinde bir bütün teşkil etmesinde olduğunu göstermiştir. Bu konu­da en karakteristik olduğunu söyleyebilece­ğimiz şu bir tek ayetle, Kur'an, insan idrâki­nin Allah hakkında düşünebileceği en ideal, en ileri bir marifeti özetlemiştir: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işiten, gören­dir" (Şura, 11). Burada birinci kısım selb, ikinci kısım isbattır. Allah Teala'yı en güzel tanıtan metinlerden biri olan Ihlas sûresi ile Ayet'el-Kürsî aynı anda hem selb, hem is­bat taraflarını ihtiva ederler. Kur'an'daki is­bat unsurları, Ulûhiyyet hakkında insan dü­şüncesinde bir tasavvur verir. O'nu bildiği­miz birtakım varlık sıfatlarıyla tanıtır, fakat öbür taraftan gelen selb ve tenzih unsurları, bu tasavvuru buharlaştırır. O'nun münezze-h i yetin i ve mahdut, mahlûk ve fani idraki­mize sığmayacağını bildirir. îşte, zahiren teşbih (antrophomorphisme) ifade eden, yani Allah Teala'yı mahluklara benzer va­sıflarla nitelendiren (gören, işiten, söyle­yen, affeden, irade eden vb.), hatta O'na rı­za, gazap, arş üzerine istiva (yerleşme), yed (el) izafe eden müteşabih ayetleri anlamak­tan istikametten ayrılmamak gerekir. O da vahyin Allah'a izafe ettiği sıfatlan inkar et­memekle beraber Allah'ı, herhangi bir hu­susta mahluklara benzetmekten tenzih et­mektir. Ehl-i Sünnet vel-Cemaat'ın bu tutu-munu, büyük bir otorite olan İmam Ebu Mansûr el-Maturîdî'nin, aşağıda naklede­ceğimiz metni ile noktalamak istiyoruz. O, Arş üzerine istiva konusunda muhtemel bir­çok tevil ve izahları (ezcümle: ulüvv (yüce­lik), mülk (hakimiyyet), Arş'ı tazim ve teş­rif etme, istila, kasd, tamam ve kemal ifade­si) sıraladıktan sonra kendi tutumunu şöyle ifade eder: "Bize göre aslolan şudur: O'nun benzeri bir şey yoktur. O, işiten, görendir" (Şûra, 11) ayetiyle Allah, yaratıklarına ben­zemediğini açıklar. Nitekim biz de O'nun fiillerinde ve sıfatlarında benzeri olmadığı­nı bildirmiştik. Bundan ötürü, "Rahman Arş üzerine istiva etti" (Tâhâ, 5) ayetini, vahyin getirdiği ve akılda sabit olduğu gibi kabul etmemiz gerekir.

Öbür yandan, zikretmiş olduğumuz şey­ler (ihtimaller) içinden bir başkasının muh­temel olması veya mahluklarına benzeme­sine meydan vermediği halde, bize ulaşma­yan başka ihtimallerin de mümkün olması sebebiyle her hangi bir muayyen ihtimalin onun tevili (izahı) olduğu hakkında kesin olarak hüküm vermeyiz. Allah'ın o tabirle kasd ettiği ne ise, ona iman ederiz. Vahiyle sabit olan rü'yetüllah vb. konularda da inan­cımız budur. Allah hakkında benzeyişi nef­yetmek ve herhangi bir tevili (ayin etmeksi­zin, O'nun muradına iman etmek vaciptir. Tevfik Allah'dandır" (el-Mâtürîdî, Kita-bu't-Tevhîd, Nşr. Fethullah Hulayf, Beyrut, 1970, s. 74).

 

Allah'ın Sıfatları
 

Allah'a iman etmek, O'nun yüce Zatı hakkında vacib olan kemal sıfatlarını, imkânsız olan noksanlık sıfatlarını ve hak­kında caiz olan sıfatları bilip öylece itikad

etmektir. O, bütün mükemmelliklerle mut-tassıf, noksanlık ifade eden her türlü şaibe­den münezzehtir. Bunların dışında kalan sı­fatlarla, muttasıf olup olmaması ise müm­kündür. Böylece inanmaya "Icmâlî iman" (genel tarzda inanma) denir. Şimdi ise bu ilahî sıfatlan "tafsîlî" (ayrıntılı) olarak özet­lemeye çalışacağız. Fakat bu sıfatlan say­madan önce, sıfatların mahiyeti ile ilgili ih­tilafa mecburen değinmemiz gerekmekte­dir. Şöyle ki: Sıfatlan kabul konusunda Ehl-i Sünnet, Mücessime İle Mu'tezile ara­sındadır. "Kabul ile beraber mahluklara benzetmekten tenzih" olan bu mesleğe bila keyfve lâ teşbîh denilip bu cümle "belkefe" şeklinde de kısaltılmıştır. Mutezile ta'tfle, yani tenzih endişesiyle sıfatlann varlığını inkara gitmekle Ulûhiyyeti muhtevası bo­şaltılmış mücerret bir kavram saymaya git­miştir. Ehl-i Sünnete göre sıfatlar vardır, fa­kat bunlann Allah'ın vahdaniyetine (birliği­ne) zaran yoktur ve bunlar Zat'ının aynı da değildirler, gayn da değildirler. Allah'ın sı-fatlannı kabul etmekle Sünnilik, birden faz­la kadîm (ezelî) varlık kabul etmiş olmuyor. "Ezelden beri bütün kemal sıfatlanyla mut­tasıf tek ilah vardır" diyor. Mücessime veya Müşebbihe ise naslarda varid olan vasıflan insanlar arasında ifade ettiği manalarla ka­bul ederler.

 

Allah Teala'nın sıfatları:
1- Zat sıfaü,

 2-Zatî sıfatlar olarak iki kısımda mütalaa edi­lebilir. Zat sıfatı "Varlık (vücûd)"dan iba­rettir. Zatî sıfatlar ise üç kısımdır:

 a) Sıfat-ı selbiyye,

 b) Sıfat-ı sübûtiyye

 c) Sıfat-ı fıi-Myye.

Vücûd (varlık) bütün sıfatların aslıdır, merciidir.

 

a) Sıfât-ı selbiyye:
 

 Kâinata taalluku ol­mayan şu beş tenzih sıfatıdır:

 1- Kıdem

 (Varlığının başlangıcı olmamak),

 2* Beka (Varlığının sonu olmamak), Muhalefettin lil havadis (Sonradan var olan mahluklara benzememek),

 4- Kıyam binefsih (Varlığı Zatı'ndan olmak, başkası ile kaim olma­mak),

 5- Vahdaniyyet (Zatında, sıfatında, fiillerinde bir olmak. Yaratan, yöneten ve kulluğa layık olanın yalnız Allah Teala ol­ması).

 

b) Stfât-ı sübûtiyye:
 

Şu sekiz sıfattın

1-Hayat (Allah Teala'nın diri olması, yani hakikî ve ezelî bir hayat sahibi olmasıdır)

. 2-/fon (Her şeyi, vasıtalara muhtaç olmak­sızın ezelî ilmiyle bitmesidir. îlim sıfatının taallukundan hiçbir şey hariçte kalamaz).

 3 -îrade (Dilediği şeyi, dilediği nitelik ve vakte tahsis etmesidir. Allah'ın iradesi iki nevidir: Birincisi tekvini irade olup taalluk ettiği şeyi mutlaka gerçekleştirir; hayır ve taate olduğu gibi şer ve masiyete de taalluk eder. İkincisi teşriî irade' dir ki taalluk etti­ği hususun gerçekleşmesini gerektirmez, yalnız hayra ve taate taalluk eder. Bu irade nevi, kelam sıfatına raci olup, Allah Tea-la'nın insanlar hakkında emrettiği hüküm­ler, bu teşriî iradenin taalluku ile olmuştur).

4- Kudret (Bütün makdûratı, vakti gelince, ezelî iradesine uygun olarak yapmasıdır).

5- Sem' (İşitilmesi mümkün olan her şeyi, vasıtaya muhtaç olmaksızın işitmesidir).

6-Basar (Görülebilecek her şeyi vasıtalara muhtaç olmaksızın görmesidir).

 7- Kelâm (Söylemek sıfaü olup ezelîdir ve her şeye taalluk eder .Vahiyler, ilahî kitaplar bu sıfa­tın taalluk etmesiyle zuhur etmiştir).

 8-Tekvîn  (Yaratmak, yokluktan varlığa çı­karmak demektir. Bu sıfat, kudret sıfatın­dan farklıdır. Kudret, makdurun varlığını iktiza etmez, halbuki tekvin, makdurun var­lığını gerektirir. Tekvîn sıfatı, yaratma, nzı ki andımı a, diriltme, öldürme gibi Allah'a ait fiillerin merciidir).

 

c) Sıfât-ıfiiliyye:
 

Cenab-ı Allah'ın zatı­nın muktezası olmayıp, meşietinin, yani di­lemesinin gereği olan kemal sıfatlandır. Di­lediği zaman yapıp dilediği zaman yapma­dığı yaratma, var etme, rızıklandırma, di­riltme, öldürme, cezalandırma, affetme, ni­met verme, merhamet etme, tevbeyi kabul etme, aziz veya rezil etme, razı olma gibi fi­illerdir. Bunların hepsinin mercii tekvîn sı­fatıdır. Matüridiyye tekvini bir sıfat kabul ettiklerinden fiilî sıfatlan da ezelî kabul ederler. Buna mukabil Eş'ariyye ise, tekvini ayrı bir sıfat saymadıklarından sıfat-ı fiiliy-yeyi ezelî kabul etmezler.

 

Allah Teala'ın Varlığının Delilleri
 

Allah'ın varlığı duygularla idrâk edile­mez. Bundan ötürü O'nun varlığını elle tu­tulur, gözle görülür hale getirmek söz konu­su olamaz. Fakat Allah, duyularla idrâk edi­lemez, demek. O'nun varlığının akılla bili­nememesi veya akla aykın olduğu manası­na gelmez. Bizde sevgi, nefret, iştiyak, inad gibi birçok duygu vardır ki onların mahiyet­lerini idrâk edemiyoruz, ama varlıkları be-dihîdir, ortadadır. Allah Teala'nın varlığı da bedihîdir. Bilimlerdeki aksiyomlar kabilin-dendir. Aksiyom nasıl çıkış noktasını oluş­turur ve ispatlanmaya ihtiyacı olmazsa bu muazzam kâinatı var eden ve saymaya gel­mez yaratıcı faaliyet eserleriyle dolduran Yaradan'ın varlığı da öyledir. O, zuhurunun şiddetinden gizlidir. Çok kuvvetli ışığın göz kamaştırması, bakılamadığı için, o ışık kaynağının görülememesi gibi, bu derece­deki zuhur, O'nun varlığına âdeta perde ol­muştur. Biz insanlar bütün hakikatlerin tam

bir açıklıkla gösterilmediği bu imtihan dün­yasında, hemen her hususta bedihî şeyler­den hareket ederiz. Teslimiyet gösteririz; Hatta doktorun reçetesini, ilaçların terkip tarzlarını bilmeksizin uygular, mühendis olmaksızın statik hesapları, ilgili projeleri incelemeksizin binalarda otururuz. Uçuş teknolojisini iyice öğrenmeden uçağa bin­mem, demeyiz, işimizi yapmaya bakar, maksada nail oluruz, işte Allah'a iman da böyle bir bedahettir, insanlar bu inançta kendi faydalarına, akıllarına, ahlaklarına uymayan hiçbir taraf görmez, tam bir huzur içide fikrî, ahlakî ve içtimaî hayatlarını sür­dürürler. Fakat asıl problemler, akla aykırı­lıklar, mutsuzluklar Allah'ın varlığını inkâr etmek halinde ortaya çıkar. Bu meselede, zilyediik iman tarafının elindedir. Zira bü­tün çağlarda ve bütün mekânlarda insanla­rın Yüce Yaratıcı'yı kabul ettikleri kesin olarak meydandadır (O'nun sıfatlan konu­sunda toplumlann ihtilaflarının meselenin aslına zaran yoktur). İnkâr hep arızî ve bin­de birden daha az nisbette bulunmakla natlir olmuştur. Nadir olan ise, yok hükmündedir. Şu halde asıl ispatlanması istenecek olan iddia, İnkâr düşüncesidir. Aklın düşünme kurallarından biri olarak bir şeyin varlığını ispat kolaydır, bir iki karîne ve delil ile ka­naat getirilir. Mesela, Hindistan cevizi ağa­cının var olduğunu iddia eden bir kimse "meyveleri süt konserveleri gibi olan bu ağaç yeryüzünde vardır. Bunun delili de iş­te bazı meyvelerini taşıyan şu daldır" diye göstermekle davasını ispat eder. Fakat dün­yada böyle bir ağacın bulunmadığını iddia eden kimse, yeryüzünü kanş kanş dolaşıp bulunmadığını tespit etmediği müddetçe iddiasını ispatlayamaz. iddiası aklen geçer­li olamaz. Kanş kanş dolaşmak ise, imkânsız denecek derecede zordur. Onun içindir ki, bir mantık kuralı olarak "Mutlak yokluk (nefy) ispatlanamaz" denilmiştir. Mesela ah i reli inkâr da böyledir. Geçmiş ve gele­cek bütün zamanları elekten geçirmeden, aklen geçerli olmak kaydıyla, hiç kimse çı­kıp "ahiret hayatı yoktur" diyemez. Objek­tif, dış dünya hakkında hüküm veremez. Onun en fazla yapabileceği iş kendi sübjek­tif köşesinde "Bana göre yoktur, ben inan­mıyorum" demekten ibarettir. Varlığı kabul edenler, kendi dışlarında objektif dünyaya ait hüküm verdiklerinden, birbirlerine kuv­vet verebilirler, sayılan arttıkça davaları kuvvet kazanır, işleri kolaylaşır. Bu durum, çok ağır bir yükü omuzlayanlann birbirleri­ne destek olarak onu kaldırmalarına benzer. Buna karşılık inkâr ve nefy (olumsuzluk) tarafını tutanlar, mantıken birbirlerine kuv­vet veremezler. Her birinin kabul etmemesi kendilerine ait çeşitli şahsî sebeplere raci olur. Kimisi "gözlerim iyi görmüyor", ki­misi "aklım almıyor", kimisi "benim bilgi imkânlarım, bana bunu düşündürüyor" de­mek mecburiyetindedirler. Yani dış dünya­ya hükmedemeksizin "şahsî sebep" ileri sürmeye mecburdurlar. Bu ise başkası için geçerli bir kuvvet teşkil etmez. Bunların durumu, mesela çok dar bir delikten geçme­ye mecbur kalanların durumu gibidir ki, an­cak bir insanın sığacağı o delikten herkes tek tek geçme durumundadır, o işte başkası­nın faydası olamaz.

Alemi yaratan varlığa inanma, insanın yaratılışında mevcuttur. İnsanın zarurî ola­rak bildiği şeylerden biri de, her şeyin, onu meydana getiren bir sebebinin olduğu me­selesidir. İnsan bu kâinatı müşahede edince, bunun tesadüfen meydana gelemiyeceğini düşünüp Yüce Yaratıcı'ya iman etmiştir. Bu hususta cahil, bilgin, çocuk, yaşlı müsavi­dir. Hatta insanlık arasında farklı bir görüş yoktur. Fakat insanlar bu Yaraücı'nın sıfat­lan ve emirleri konusunda ihtilaf etmekte­dirler. Zira mesele sadece duyuların ve akıl­ların verilerine kalsa, bu ihtilaf kaçınılmaz olacaktır. Bazıları O'nun ruhtan ibaret olup kendisini birtakım pulların temsil ettiğini, bazıları tabiat kuvvetlerinin temsil ettiğini düşünürler. Bazıları O'nun tek olup Arş'ı üzerinde oturduğunu, bazıları ise O'nun yeryüzünde yaşayan bazı insanların beden­lerine hülûl ettiğini düşünürler.

O'nun varlığını inkâr ve kâinatın ezelî olduğunu iddia edenler nazar-ı itibare alın­mayacak derecede son derece azdırlar. On­lar her toplumda fikir ve din adamları ve ge­niş kitle tarafından reddilm işlerdir. İnsanla­rın Allah'ın varlığı hakkında şüphe etmele­rinin sebebi, O'nun aklî deliller ve nazarî kı­yaslarla, zihnî bir suret olarak anlama ve ta­savvur etme isteğidir. Fakat Allah Teala in-sanlann bildikleri hiçbir şey tarzında olma­dığından, aklî muhakeme yürüten kimse O'nun hakkında hiçbir şey söyleyemeyip şaşırmaktadır. Bundandır ki, Allah Teala insanlan kendi akıllany la başbaşa bırakma­nı iş. Resullere vahyetmiş, buyruklarım göndererek insanlan irşad etmiştir. Varlı­ğından insanlan haberdar etmiş, bir kısım sıfatlanın, fiillerini, tanıtmış, insanlığı mut­lu kılacak hayat prensiplerini, fıtratlarına uygun hükümlerini bildirmiştir. Birçok de­fa iyileri himaye, zalim ve azgınlan ceza­landırmak üzere insanlık tarihine müdahale etmiştir. Bu sebepten, her işte işi ehlini ve uzmanını anyan insanlık, Allah'ı tanıma konusunda da başta Peygamberler olarak, onlann yolunda ve irşad halkasında olgun­laşan ilim ve fazilet sahiplerine müracaat

etmelidir. Saati bozulan kimse kasaba, rad­yosu bozulan marangoza gitmezken din ko­nusunda hiçbir tecrübesi olmayan tamamen maddeci bir düşünce içinde hapsolmuş kimselere gitmek, onların hükmüne güven­mek de kesinlikle yanlıştır.

îman hakikatlerini, aklın kavrayabilece­ği tarzda izah ve ispat etmeyi konu edinen Kelam ilmi uzmanları, Allah'ın varlığının birçok delilini ortaya koymuşlardır. Aslın­da -daha önce belirttiğimiz üzere- aşikâr olan bu gerçeğin ispata ihtiyacı olmadığı da söylenebilir. Fakat muarızlar tarafından ile­ri sürülen şüpheleri cevapsız bırakmamak ve şüpheye düşebilecek az nisbetteki müs-lümanlann şüphelerini gidermek bir vazife olduğundan Kelam ilmi kurulup gelişmiş­tir. Şimdi Kelam ilminde Allah'ın varlığını ispat gayesine matuf olarak klasik hale gel­miş delillerden en meşhur bir kaç tanesini arzedelim:

Hüdûs delili: Alem hadistir, sonradan meydana gelmiştir. Zira hareket ve sükûn, birleşmek ve ayrılmak gibi değişen hadisle­re mahaldir. Hadis olan her şeyin ise elbette bir muhdisi (meydana getireni) vardır.

İmkân delili: Eşya mevcuttur. Varlık ya vaciptir, ya muhdes (sonradan varol­muştur. Muhdes olanın varlığı ve yokluğu müsavidir. Mümkin varlığın var olması için bir müreccihin bulunması gerekir. Ve bu müreccihler silsilesinin de bir yerde sona ermesi gerekir.

Razî'ye göre ise imkân delilinin izahı şöyledir: Mahiyetleri aynı olan cisimlerin her biri, cismin alabileceği her türlü sıfatı alabilir. Halbuki realitede her cisim grubu­nun belirli vasıflara sahib olduğunu görü­rüz. Demek cisme, kendisine mahsus sıfat­ları tahsis eden bir mu ha? s ıs (tahsis eden)

vardır. Devr ve teselsül imkânsız olduğuna göre, o muhassıs da Vacibu'l-Vücud (varlı­ğı zorunlu) olan AUah'dır. (Kelam ilminin önemli terimlerinden olan bu iki ıstılahı kı­saca izah edelim. Devr: "Mümkin olan iki varlıktan her birinin, ötekinin var olması için illet teşkil etmesidir. Teselsül ise: "Ha­dislerin ve mümkünlerin birbirinin illeti (doğurucusu) olarak geriye doğru nihayet­siz devam etmesidir. Alemde her şey müm-kindir. Mümkinin varlığını yokluğuna ter­cih edecek bir müreccihe, muhdise ihtiyaç vardır. Amma bu teselsül sona kadar devam edemez).

Gaye ve nizam delili: Alemde ince, dakik ve sağlam işleyen bir nizam vardır. Kâinatı dağılmaktan kurtarıp bir sistem halinde tu­tarak onu ayakla tutan, bu nizamdır. Faİde ve hikmetlerden bahseden bütün ayetler ve nizam fikrini verdirmek isterler. Beşeriye­tin başlangıcından beri teşekkül eden bilim dallan, bu yüksek nizamın şahitleridir. Kâi­natın her nev'ine dair birer fen (bilim disip­lini) teşekkül etmiştir. Fen ise, külli kaide­lerden, kanunlardan ibarettir. Her tarafta geçerli olan külli kaideler, nizamın son de­rece mükemmelliğine delalet eder. Şu halde her bir bilim ışıklı bir burhan olup, varlıkla­ra takılan meyveler (arzında gaye ve seme­releri göstermekle, Yaratıcı'nın kasd ve hik­metini ilan etmektedir. Böylece önümüzde arz-ı endam eden bu sistemler topluluğu hakkında üç ihtimal bu­lunabilir; ya ezelîdir veya sonradan kendili­ğinden olmuştur yahut bir sanii (ustası) var­dır. Alem hadisler sahnesi olduğuna göre, kadîm olma ihtimali ortadan kalkar. Evre­nin bu mükemmel iyetiyle birlikte, kendi kendini yapmış olması da düşünülemez; zi­ra âlem mevcut olan varlığını bile devam ettiremiyor. öyle ise ister islemez üçüncü Şıkkı kabul etmek kesinledir.

Bir başka deyişle kâinat, birbirine uygun sebep ve gayeler sistemi arzeder. Bu mü­kemmel durum ise ilmin ve aklın eseri ola­bilir. Öyleyse kâinat, âlim bir müessirin eseridir.

Kabât-i âmme delili: Yeryüzünde ırkla­rı, ülkeleri, din, mezheb ve fikirleri farklı olan bütün insanlar, bütün zamanlarda hik­met sahibi bir Saniin varlığını itiraf etmek-tedirler.O her dilde anılmış ve her çağda melce' olmuştur.

Fıtrî (Vicdanî) delil: İnsan vicdanı Al­lah'ın valığım kabul eder. Bazı filozoflar ve düşünürler, en çok bu delile itibar ederler. Her insan, ömründe mutlaka bu kabîl anlar yaşamıştır. Kalbinin derinliğinde Allah'ın varlığını hissettiği anlar olmuştur. Bu şahsî tecrübeyi her insan yaşamıştır. însanın bu iz'amnda ne taklid, ne kesb, ne de istidlalin dahli yoktur. İnsan felaket ve sıkıntı karşı­sında sıkıştığında Rabbine sığınır. Zorlana­rak değil, içten O'na yönelir.

Bir şahis İmam Ca'fer Sadık'a gelerek kendisine Allah'ı tanıtmasını söylemişti. İmam: "Gemiye bindin mi?" Adam da bin­diğini ve fırtınaya tutulduğunu, lam o sırada kalbinin, kurtanct bir kudret bulunduğuna inanıp O'na yöneldiğini söyledi. Bunun üzerine Ca'fer Sadık: "İşte Allah odur" de­di.

Kur'an-ı Kerim'in Allah'ı tanıtma usulü iki ana delâlet şekline ircra edilebilir:

I-inayet delili olup kâinattaki mükem­mel nizam, mahluklardaki muhkem san'at, faydalan gözetme, abesiyetten uzaklık gös­terilmek suretiyle bunların tesadüfi olama­yacağı, Yaratıcı'nın hikmet ve iradesini bildirdiği anlatılır. Mesela "Rahmanin yaratı­cılığında hiçbir düzensizlik göremezsin, is­tersen gözünü çevir kâinata, bak bakalım bir çatlak görebilecek misin? Haydi bir da­ha, bir daha bak dur, (çatlak bulamayacak­sın ve) nihayet gözün zelil ve bitkin olarak geri dönecektir" (Mülk, 3-4) ayet-i kerime­si bu delile işaret eden ayetlerdendir.

2- İhtira' delili olup şu demektir: Mah­lukların her bir nev'ine ve hatta her bir ferdi­ne, onlara mahsus bir varlık verilmektedir. Cansız bir cisim görüyoruz, sonra onda ha­yat peyda oluyor. İnsan maddesi itibariyle cansız iken varlığında hayat, idrâk, akıl gibi haller İhtira ediliyor, yaratılıyor. Madenler, nebatlar, hayvanlar, gök cisimleri daima değişiyor, fakat bir intizam içinde değişi­yor. Bütün bu fiillerin ise fail olmaksızın meydana gelmesi imkânsızdır. "Yoksa, on­lar hâlıksız mı yaratıldılar? Yoksa kendile­rini yaratanlar kendileri midir? Yoksa gök­leri ve yeri mi yarattılar? Doğrusu, onlar inanmaya yanaşmıyorlar" (Tûr, 35-36). Kur'an-ı Kerim'in bu etkileyici, cazip ve ve­ciz üslubu, aynı zamanda zımmen şu delili ihtiva etmektedir: Kendi varlıkları ortada. Bunu ya ana, baba veya bir başka varlık ya­ratmıştır. Onlardan sahip çıkmadığına göre ikinci ihtimal, kendi kendilerini yaratmış olmalarıdır. Bunu da iddia edemediklerine göre Halik Tealayı kabulden başka çare kal­mamaktadır. Göklerin ve yerin yaratılması içinde aynı mantık geçerlidir. "Düşünmez misiniz(rahimlere) döktüğünüz meniyi? Onu insan biçiminde siz mi yaratıyorsu­nuz? Yoksa Biz miyiz yaralan?" (Vakı'a, 58-59) ayeti de, aynı mahiyetteki delili ihti­va eder. Bu husustaki çok parlak bir delili de Kur'an-ı Kerim Hz. Musa (a.s.)in lisanından nakleder. Onun hakkı tebliğine muha-tab olan Firavun: "Sizin beni kabule çağır­dığınız Rabbiniz kimdir?" diye sorunca Hz. Musa dedi ki: "Rabbimiz O'dur ki her şeyi yaratıp sonra da her bir mahluka hayatını sürdürme yolunu gösterendir" (Tâhâ, 50). Hülasa Kur'an, yaratılış ve icaddan bahse­den ayetleriyle zihinleri düzene sokar ve maddî sebeplerin eşyanın yaratılışında ger­çek tesir sahibi olmadıklarını gösterir.

Kelam alimleri, Allah'ın varlığım ispat için serdettikleri delillerin aslını Kur'an'dan almışlardır. Fakat onlar mantıkî kıyaslar halinde lakrir etmiş olduklarından, tabiîlik azaldığı gibi geniş kitlenin anlaması da zor­laştığından tesiri azalmıştır. Kur'an üslubu ise sırf akla hitap etmekle yetinmemiş, aklî delili, birbirinden güzel değişik üsluplar, hitap tarzları ile, kalb ve hisse de yönelttiği hitaplar içine yerleştirerek muanz veya mü­tereddit muhatabı, her tarafından delillerle kuşatıp ikna ve irşad etmeye yönelmiştir.

Hülasa Kur'an-ı Kerim insanlara Allah'a kulluğu emrederken bunun gerekçesini de ayrıntılı olarak bildirmiştir. Zira ubudiyet ancak şu üç hususun gerçekleşmesinden sonra olabilir:

 1- Allah'ın mevcudiyeti,

 2-Ma'bûdun Tek olması,

 3- Mabudun ibadet edilmeye mü.starıik (hak sahibi) olması. Kur'an yüzlerce ayet-i kerimesi ile bu üç sa­haya ait delil yığınağı yapmış, Allah'ın var­lığının, birliğinin, hikmetinin, kudret ve ira­desinin delillerini hem insanların nefisle­rinde (sübjektif dünyada), hem de kâinatın ufuklarında (objektif dünyada) göstermiş­tir.

Suat YILDIRIM Bk. Din, islâm 96

 

 

Anasayfa Reklam Alanı 1 728x90

0 Yorum

Henüz Yorum Yapılmamıştır.! İlk Yorum Yapan Siz Olun

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!

Haber detay

Reklam

Haber detay

Anket