Allahu Ekber Nidasıyla Yaşamak İçin Ölüme Sevdalanan Âmâ İmam: Şeyh Ömer Abdurrahman -4
Haber detay

Tekerlekli sandalyeyle hücre cezası

İslam düşmanlarının camii, ezan, namaz gibi İslam’ın şiarlarıyla doğrudan bir problemi yoktur. Şekil olarak namaz, ezan, başörtüsü, sakal onların kurulu düzenine bir zarar vermiyorsa; insanları köleleştiren düzenlerine bir sorgulama ve karşı çıkış getirmiyorsa insan hakları havasında memleketlerindeki camiiler ve namaz kılan insanlarla övünürler. Onların problemi, korkusu camii, ezan, namaz üzerinden Müslüman’da oluşan günaha, harama, zulme, adaletsizliğe karşı duruş ve Allah’tan başka hiçbir otoriteye boyun eğmeme bilincidir. Bu bilince sahip birinin Şeyh Ahmet Yasin gibi tamamen felçli olması, Yasin Börü gibi çocuk yaşta olması, Esma Biltaci misali kadın olması ve Şeyh Abdurrahman gibi gözleri görmeyen biri olması fark etmez.

Şeytan ve dostları bedenen dirilerden değil zihin ve yürekle diri olup insanları ahlaki ve ibadi olarak diriltme ve ihya çabasından olanlardan sıtmaya tutulmuşçasına korkarlar. Bu direngen, mücadeleci, adalet tutkunu ve şehadet aşığı insanları sindirmek, ezmek ve yok etmek için ellerinden geleni yaparlar.

 Şeyh Ömer Abdurrahman’ın Amerika’ya hiç gitmeyen Hüsnü Mübarek’e suikast planladığı iddiasıyla zindana atılması ve sonraki süreçte bu öncü Müslüman âlimin her fırsatta değişik bahanelerle zulme maruz kalması, ömrünün sonuna kadar zindanda değişik zulümler görmesi dünya zalimlerinin bilinçli ve imanı azığı olan bir Müslüman’dan ne kadar korktuğunu göstermektedir.

CIA, Amerika’da bulunan Şeyh Ömer’i tuzağa düşürmek için İbad San adında bir şahsı ayarlar. Bu kişi daha önce Mısır istihbarat örgütünde görev yapmış, sonrasında da CIA ile birlikte çalışmış biridir. Bu kişi, Ömer Abdurrahman’a karşı uygulanan komplonun bir parçası olarak görevlendirilir. Şeyhin yanına kadar gelip tövbe ettiğini bu nedenle geçmiş hayatında yaptığı hatalardan, yanlışlardan kurtulmak için büyük bir eylem yapmak istediğini söyler. Kendini bir yerlerde havaya uçurmak istediğini Dünya Ticaret Merkezine saldırı yapmak istediğini ısrarla söyler; fakat babam şeyh Ömer Abdurrahman her defasında ona böyle bir şeyin kesinlikle caiz olmadığını belirterek bunu reddeder.

Bu kötü niyetli adam daha sonra böyle bir eylem gerçekleştirir. Bunu da Ömer Abdurrahman'ın fetvası ile yaptığını iddia eder. Oysa bunun doğru olmadığı Ömer Abdurrahman'ın 1993’te CNN INTERNATİONAL'de yayınlanan bir konuşmasında görülmektedir. O, konuşması şöyledir:

“Biz Amerika'ya eman ve ahd ile geldik-ki bu vizedir-biz vize ile buraya geldik. Ve bizim eman ile geldiğimiz bir yerde eylem yapmamız İslam hukukuna, İslam fıkhına uygun değildir çünkü biz ahd sahibiyiz.' Allah-u Teâlâ buyuruyor ki: ‘İnnel ahde kane mesulen/ Ahd'den mesulsünüz!’ Böyle iken biz verdiğimiz bir ahdi bozamayız. Biz Amerika'ya kaygan ve kritik bir zemine oturmak için gelmedik, güveni bozmak için gelmedik. Aksine istikrarlı ve güven ortamını bulmak istedik ki davamızı daha rahat anlatalım, daha rahat sesimizi yükseltelim.”

Amerika hükümeti ise tam tersini uygular ve sanki Şeyh Ömer’in başka bir amacı varmış gibi ithamlarla onu suçlar ve “Niyetler Kanunu” adı verilen bir kanunla yargılayıp onu mahkûm eder. “Niyetler Kanunu” olarak bilinen bu kanun sonradan ‘Ömer Abdurrahman kanunu! olarak şöhret bulmuştur. Maalesef bu coğrafyamızda da Şeyh Sait kıyamından 90’lı yılların sonuna kadar insanlar-özellikle Müslümanlar niyetlerinden dolayı yargılandı, tutuklandı, şehit edildi ve zan üzerinden insanlar itham edildi.

Şeyh Ömer Abdurrahman, gözlerinin görmemesinin yanı sıra şeker hastası, pankreas kanseri, tansiyon, romatizma ve sürekli baş ağrısı gibi hastalıklarına rağmen cezaevinde de rahat bırakılmadı. Ömer Abdurrahman, zaman zaman yaptığı açlık grevleriyle bu kötü koşulları protesto etti. Hareket kabiliyetini yitirmesinden dolayı hapis hayatını verilen hücre cezalarıyla tekerlekli sandalyede geçiren Abdurrahman, yazdığı bir mektupta yaşadıklarını şöyle özetliyordu:

"Benim tutuklu bulunduğum hapishanedeki şartlar çok kötü ve ben aşırı derecede zayıf düştüm. Onların dini özgürlükler ve ibadet özgürlüğü konusunda talep ettiklerinin tamamı haksızca. Ben Ekim 1995'de yakalandığımdan beri Cuma namazı kılma iznine dahi sahip değilim ve hata cemaat halinde hiç namaz kılmadım.

Ben aylardır, saçlarımı ve tırnaklarımı kesmeye gitmiyorum. Benim şartlarımda birisi hiç kimsenin eşyalarını düzenlemek için yardım etmeksizin, hücre hapsine çarptırılmıştır.

Benim gecesiyle gündüzüyle konuşabilecek kimsem yok, hücrem herkese kapatıldığından beri, ne diğerleriyle sosyalleşmeme izin veriyorlar, ne de bırakın Müslüman olmasını, Arapça konuşabileceğim kimseyle… Ben gece ve gündüz bu şekilde duruyorum. Bu ne yalnızlık, bu ne zulüm? Bu, onların çokça övündüğü ve yayın akışlarını ve haber mecmualarını doldurdukları insan hakları mıdır, bize işkence yaparak bu şekilde bizi susturmak veya sesimiz kesmek midir?"

İslam dini için çalışmak zor ve meşakkatli bir şeydir. Bu yol uzun bir yoldur, her kim ki bu davada taviz vermenin, yumuşak olmanın, rehavete kapılmanın bir yol olduğunu düşünüyorsa burada yanılıyor. Şeyh Ömer Abdurrahman, ailesinin kendisi için “senin için başkanlıktan af dileyelim” teklifini kesinlikle reddetmiş ve demişti:

“Benim için önemli olan af değil; İslam davasıdır, İslam'ın sözüdür. Ben Mısır'dan davamı anlatmak için çıktım, siz bunun için çalışın. Benim için af istemek yerine Ömer Abdurrahman'ın Amerika'da neden zindana atıldığını, neden dağların bile kaldıramayacağı bu kadar büyük bir cezaya mahkûm edildiğini araştırmak vazifeniz olmalı!”

Amerikalılar Şeyh Ömer Abdurrahman'ı zindana koymakla yetinmediler, bir de onu avukatlardan da mahrum ettiler ki, tamamen tecrit olsun. Şeyh Ömer Abdurrahman 24 yıl boyunca tek hücrede tecrit edildiği gibi asgari avukatlık haklarından da mahrum bırakılmıştır. Maksat acıyı katmerli bir şekilde tattırmış olsunlar. Ve Ömer Abdurrahman bütün konularda direndi, istikamet etti ta ki, Allah'a kavuşuncaya kadar.

Ömer Abdurrahman’a yapılan bununla sınırlı değildi. Onun çocuklarından bazıları 1990 yılından 27 yıl sonra ancak babalarını görebilirken 5 çocuğu babalarının sesini dahi duyamamıştır. Bu çocuklar, babalarını ancak basından duyabilmişler ve bedenini, yüzünü ölümüyle cesed halinde görebilmişler. Zalim ABD emperyalizmi gözleri görmeyen bu Müslüman’ı 24 yıl boyunca hanımıyla ayda bir telefon görüşmesi hariç kimseyle görüştürmedi. Onların amacı Şeyh Ömer Abdurrahman'ın onurunu kırmaktı ve onun şahsında bütün İslam âlemine bir mesaj vermekti. Çünkü Şeyh Ömer Abdurrahman sahip olduğu kapsayıcı İslam anlayışı ile onlar için bir tehditti ve bu nedenle ABD emperyalizmi ona ve ailesine bu şekilde davrandılar. Onlar Ömer Abdurrahman'ın nasıl birleştirici bir kişi olduğunu biliyorlardı. Afganistan'daki rolünü, İslami gruplar arasında nasıl uzlaştırıcı bir rol oynadığını biliyorlardı. Bu nedenle onlar, Ömer Abdurrahman’ı tedricen öldürmek veya onu akli melekelerinden mahrum bırakmak istiyordu. Bilimsel verilere göre sağlıklı bir insan dahi tecrit ortamında birkaç yıl içinde akli melekelerini yitirir.

Ömer Abdurrahman gibi âmâ bir adamın 23 yıl boyunca tecritte kaldığı halde akli melekeleri olarak ilk günkü güçlü bir şekilde duruyordu. Bu onların bilimsel verilerine bir darbeydi ve büyük bir hayret vesilesiydi. Oysa Allah’ı hesap dışı bırakanlar bilmiyor ki gönlü Allah’a açık ve tevekkülü teslimiyetle bütünleşen bir Müslüman’ı hangi güç alt edebilir, yenebilir, yıpratabilir. Hakiki imanı elde eden kâinata meydan okur. Ömer Abdurrahman da direnci, mücadelesi, tavizsizliği ile bunun en büyük deliliydi. Ama gerçeği görmek istemeyenden daha kör var mı?

 ***

İlkeli bir hayat ve onurlu bir ölüm

Bir İslam âlimi ve öncüsü olan Şeyh Ömer Abdurrahman'ın üç belirgin ilkesi vardı ve bu ilkelerden dolayı ABD rejimi onu tehlikeli görmüş, kendi putları olan ‘insan hakları, demokrasi’yi işlerine geldiği yerde rahatlıkla yiyebilmiştir. Bu ilkeler şöyleydi:

Dikta ve zulüm rejimlerinin gerçek yüzünün ortaya çıkarılması,
Cihad fıkhı,
İslam'ın bir bütün olarak her alanda uygulanmasıdır.
 Şeyh Ömer Abdurrahman bu hususları esas almıştır, kendi imkânı olduğu halde ya da kendisi bu normal şartlarda büyük bir âlim olduğu halde hiç tefsir yazmamıştır. Yani bu manada eserler bırakma yolunda bir çalışma yapmamıştır. Çünkü kendisi hareket adamı olmayı seçmiştir. Bir hareket insanı olmayı tercih etmiştir. O bir davetçi olarak davet alanında bir boşluk görmüştür, zulüm rejimlerinin gerçek yüzünün ortaya çıkarılması çok önemlidir. İslam âleminde ayrıca “cihad fıkhı” diye bir tabir ya da bir ilke vardır. Bu da işgal altında olan bütün Müslümanların bundan kurtulmaları için gerektiğinde onlar açısından bir güç olan cihada başvurmalarıdır.

Allah Teâlâ bir ayette “Siz insanlar içerisinde çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; çünkü siz Allah'a iman eder, iyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız.” Buyuruyor. Bu ümmetin hayırlı olması ayette buyurulduğu üzere ‘emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker'i yerine getirmesine bağlıdır. Müslümanların çoğu hem birey hem toplum olarak bu ilkeden, bu vecibeden uzak durunca ümmet bugün içinde bulunduğu duruma geldi, bu zilleti yaşıyor. İslam ümmetinin izzeti, ancak tekrar bu bilince ulaşmasıyla sağlanacaktır.

Ömer Abdurrahman, bu ilkeleri gerçekten düstur edinmişti ve o herkesin yüzüne Hakkı söylemekten çekinmiyordu. Bütün zalim dikta rejimlerin skandallarını, iç yüzlerini açığa vuruyordu ve bu konuda azimli bir çalışması vardı, gayreti vardı.

23 yıl boyunca ağır şartlar altında zindanda tutulan Şeyh Abdurrahman, Trump'un yönetimi devralmasının ardından ilaçları da kesilerek adeta ölüme terk edildi. Vefatından kısa bir süre önce ailesiyle telefonda görüşen Ömer Abdurrahman, bunun belki de son konuşması olabileceğini söylemişti. Bu büyük İslam âlimi 18 Şubat 2017 tarihinde bulunduğu zindanda mazlum, mahkûm, muhacir ve garip olarak ruhunu Rabbine şehadetle teslim etti.

İbrahim Dağılma - İnzar

Anasayfa Reklam Alanı 1 728x90

0 Yorum

Henüz Yorum Yapılmamıştır.! İlk Yorum Yapan Siz Olun

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!

Haber detay

Reklam

Haber detay

Anket