Ruh-beden sorunu, ruhun bedenle ne tür bîr ilişkisinin olduğu ve hangi özellik, işleve ve olayların ruhsal ya da l'iziksel olarak değerlendirilmesi gerekliğine dair felsefi sorunu ifade eder. Bu sorun hem ruh felsefesi, hem de
psikoloji için temel niteliktedir.
Beden-ruh sorununun kavranmasında çözümleyici bir yol izlenmesi yerinde olacaktır.
Beden kavramı insan açısından onun canlı veya cansız maddesel bütünlüğünü anlatmaktadır. Ne var ki düşünce tarihinin gelişimine bakıldığında İnsan bedeninin herhangi bir "ci-sim"dcn, mekanda yer kaplayan herhangi bir varlıktan ayrı tutulduğu ve yüceltildiği görülmektedir. Öte yandan din, özellikle İslâm, insan bedenini Allah'ın değerli bir armağanı, emaneti olarak tanımlamaktadır. Buna karşılık orta çağ skolastiğinde, hırisıiyanlığın etkisiyle bedenin ruhun yücelmesinde hor görülmesi ve alçailılması gereken bir unsur şeklinde anlaşıldığı bilinmektedir. Başka bir söyleyişle Hıristiyan inanışı ve buna dayalı Hıristiyan düşüncesi insanı beden-ruh bütünlüğü İçinde görmeyip bedeni dünyasal isteklerin ve zevklerin, tutkuların ve günahın kaynağı olarak kabul eder ve horlar. Aileyi, evlenmeyi, cinsel birleşmeyi nefsin hoş görülmeyen istekleri sayar. Ruhban sınıfına katolikle evlenme yasağı konulması bunun çarpıcı bir anlatımıdır. Nitekim Skolastiğin temel kaynaklarından biri kabul edilen Saİnt Auguslinus aşkın özünde varsaydığı kötülüğü ve hoyratlığı şöyle ifade etmiştir: "İntcrfecet el urinam nasci-mur", yani "necasetle sidik arasında doğduk." Skolastik düşüncenin sislcmleştİricisindcn biri ve kalolîk kilisesinin resmi öğretisinin kurucusu durumunda olan Saint Thomas da kadın ve erkek ilişkisi dışındaki İlişkileri kötülerken evlilik dışı ilişkiyi de yasaklar. Fakat evlilikte cinsel hazzı da aynı şekilde hoş görmez.
Beden yanında ruh kavramının kaynağı animizme kadar götürülmektedir. Hayalı ve düşünceyi yöneten bir gücün varlığına en eski kültürlerde ya da inanışlarda, sözgelimi eski Mısır inanışında bile rastlanmaktadır. Hayatı ve düşünceyi yaralan bu güç nahif bir madde; bedene yerleşmiş fakat ölüm esnasında kurtulan in.sanm gizli bir "benzeri" ya da görünmeyen bir eşi olarak düşünülmüştür. Nilekim çok kaba çizgilerle de olsa Millet Okulu filozoflarından Anaksimenes ruhu (pneuma) bedene giren bir soluk ya da hava (aer) şeklinde
tasarlamıştır. Platon ve Stoacılar bu anlayışı daha da geliştireceklerdir. Daha önceleri Hint inanışlarında ruhun değişik telakkileri ortaya konulmaya çalışılmış, ruhla beden, ruhla cisim arasındaki ilişkinin tanımlanması ve yorumlanması hususunda çabalar gösterilmiştir.
Sonraları hayatın ilkesi ruh İle düşüncenin ilkesi ruh arası belli bir ayrım yapılmıştır. Bu ayrım İbranilerde, yani yahudilikte organik ruh ve düşünen ruh, Romalılarda "animus" ve "anİ-ma" şeklinde nitelendirilmiştir. Hayati fonksiyonları böyle özel bir ruha bağlamakla vita-Üzm (dirimselcilik) öğretisi ortaya çıkmıştır.
Sonuçta ruh Özü bakımından bedenden ayrı, madde dışı ve ölümsüz bir ilke, yani düşüncenin İlkesi olarak tanımlandı ki, bunu Platon "Phaİdon" adlı diyalogunda ruhçuluk (spiritıı-alizm) öğretisinin temeli olacak şekilde açıkladı. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta belli oranlarda Platon'un bu anlayışı rağbet gördü. Bu bağlamda artık sadece maddi ve belli bir manevi güçlen yoksun bir varlık olarak kabul edilen bedenin sak fiziko-kimyasal ve mekanik süreçler ile davranışlarda bulunduğu ileri sürüldü ki, bu da mekanikçi öğretinin oluşmasını sağladı.
Bu sorunun modern felsefede önem kazanması ve dile getirme biçiminin yerleşik tarzları varlığını temelde Descartes'a borçludur. Sistematik şüphesi Descartes'ı kendi dolaysız bilincin maddi olmayan bir cevhere sahip olması gerektiği fikrine götürdü. Bu cevherin esası "düşünmek"tir. Bu düşünce eylemi benlik-bi-linçliğinİn tüm biçimlerini kucaklamaktadır. Düşünme eyleminin yanı sıra o, maddi cevherlerin de bilincindeydi. Sorun böyle bilinç ile madde arasındaki ilişkiler ya da ilişkisizlikler şeklinde görülmeye başlandı. Dcscarıes her ne kadar bu iki cevherin birbirinden tamamen kopuk ve birbirini etki leye meyecek durumda olduğuna İnanma eğiliminde idiyse de, ikisi arasında beyindeki pineal bezi aracılığıyla bir etkileşim olduğunu da öne sürmekten geri kalmıyordu. Makina-hayvan fikri bu görüşün tipik formülü olmuştu.
Descartes'in yöntemi köklü bir şüpheye dayanır. O, güvenmemek İçin bir neden bulduğu
her şeyden - bütün geleneksel bilgilerden, duyu izlenimlerinden ve hatla bir bedene sahip olduğundan- kuşkulanır, ta ki kuşku götürmez bir şeye, düşünen birisi olarak kendi varlığına ulaşıncaya kadar. Böylece ünlü önermesi "Cogito, ergo sum", yani "Düşünüyorum, o halde vanm"a ulaşmaktadır. Biz bu çıkarımdan dolayı hakikati açık ve seçik biçimde kavrarız. Dcscartcs bütün bunları analitik yöntemle elde etmişi ir.Bu yöntem fikir ve sorunları parçalara bölmeyi ve onları kendi mantıksal yapıları içerisinde düzenlemeyi ihtiva eden analitik yöntemle ulaştığı "Düşünüyorum, o halde varım" önermesi ruhu maddeden daha kesin kılıyor ve onu bunların birbirinden bağımsız ve kökten farklı şeyler olduğu sonucuna sürüklü-yordu: "Ruha ail olan herşey bedenin dışındadır, bedene ait olan ne varsa zihnîn dışmda-dır."Descartesbütün doğa anlayışını İki bağımsız ve birbirinden kopuk dünya arasında yaptığı şu temel ayrıma dayandırdı: Ruh ya da "res cogilans" (düşünen şey) ve madde ya da "res cxlena" (yer kaplayan şey). Gerek ruh, gerekse madde her ikisinin de ortak kaynağı olan Tanrı'nın eserleriydi. Tann'nın varlığı Descartes'in ruh-beden sorununu çözmek için ya da bu İkisini birbiriyle İrtibatlandırmak için yararlı bir kavramdı ama İzleyen yüzyıllardaki bilim adamları Tanrı'ya herhangi bir atıfta bulunmaksızın insan bilimlerini res cogiıans'da, doğa bilimlerini de res extensa'da toplayan Kartezyen ayrım doğrultusunda teorilerini geliştirdiler.
Başka bir söyleyişle Descartes'da mekanikçilik ve ruhçuluk birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. Ona göre insanda birbirinden tamamen ayrı İkİ öz (cevher) vardır, mekanik olarak yaşayan ve mekanda yer kaplayan maddi bir beden; manevi, düşünen ve yalnızca insanda bulunan (Descartes'in inak i na-H ayvan görüşünde hayvan sadece bir beden yani bir mekanizmadır) bir ruh. Bu bakımdan metafizik açıdan bu özü temelden ayıran Dcscartes felsefesi doğal olarak varlığın ikÜİğinİ, dualizmini savunmaklaydı. Bu nedenle Dcscartcs felsefesi ikicilik olarak da tanımlanır.
Fakal ruhçuluğun, Descartes'da olduğu gibi ikici olduğu söylenemez. Sözgelimi Platon sadece ruha gerçeklik yüklemekteydi; dolayısıyla varlığı rek, yani ruh olarak tanımlar ve açıklar.
Ruhçuluğun karşısında yer alan maddecilik ruhun varlığını kesinlikle inkar eder. Antik Çağda Demokritos, Epikuros, Lucretius her şeyin madde olduğunu İleri sürdüler.
Bu anlayışı XVIII. yüzyılda La Mctrie, d'-Holbach, Helvetius, Dİderot, XIX. yüzyılda Büchner ve Malcschott savundular.
Bu yaklaşıma karşı tepkiler alternatif teorilere yol açmakta gecikmedi. Örneğin Malab-ranehe vesilecîlik (occasionalism) görüşünü öne sürdü. Ona göre Tanrı, ruhla beden arasındaki sistematik birleşmelerin tek nedensel amiliydi. Öte yandan beden/ruh sisteminin her bir unsuru, birbirine neden olmayan, birbirini nedensel olarak belirlemeyen şeyler olup birer vesileden (occasion) ibarettirler. Başka bir teori epi-fcnomcnalİzmdir. Bu teoriye göre ruhsal hadiseler, bedendeki fiziksel değişimlerin sadece etkileri (sonuçlan) olup hiçbir zaman nedenleri değildirler. Dini biçimiyle vesilecilik, Leİbniz'in tanrısal olarak "önceden kurulmuş uyum" görüşünde olduğu gibi, fiziksel ve ruhsal olan arasında nedensel olmayan bağlantıları gözönünc alır.
Psiko-fİzik paralelizm de bu tür nedensel olmayan bağlantıları kabul edip ikisi arasında etkileşim olduğu fikrini reddeder; fakat teotojik spekülasyondan kaçınır. Psiko-fizİk paralelizm ruhsal (psişik) ve bedensel (fiziksel) olayların birbirinden bağımsız ama paralel sahnelerde (sekanslarda) meydana geldiği görüşünü savunur. Bu görüşe göre fiziksel olaylar diğer fiziksel olaylara neden olurken, ruhsal olaylar da başka bir takım ruhsal olaylara yol açarlar. Ancak Fiziksel olaylar ruhsal olayları etkilemediği gibi, ruhsal olaylar da fiziksel olayları etkilemez. Psiko-fizik paralelizm özellikle ruhsal ve fiziksel olan arasında, hiçbir doğrudan bağlantı olmaksızın mükemmel ve tanrısal olarak önceden kurulmuş bir bağlantıyı savunan Leibniz ile İlişkilidir.
Spİııoza ruhsal ve fiziksel olanın aynı temel hakikatin, yani Tanrı ya da Doğanın iki yüzünden ibaret olduğu görüşündedir. Çağımızda da P.F. Strawson temel olanın ve kendisine hem ruhsal hem de fiziksel yüklemlerin uygun biçimde atfedileceği unsurun kişi kavramı olduğunu öne sürmektedir.
Berkeley ve diğer idealistlerse madde diye bir şeyin olmadığı gerekçesiyle ikisinin birbirine neden olmasının sözkonusu olmadığı kana-atindedirler. Metafizik davranışçılarsa aynı sonuca tam zıt bir noktadan ulaşmışlardır; onlara göre bilinç bir yanlış anlayışın ürünüdür. Diğer monistik (fakat gerçeklcyse idealist) teorilerde ruh ve beden, aynı türden varlıkların karmaşık, fakat farklı biçimde teşekkül etmiş koleksiyonlar olarak sunulmuştur: bu varlıklar, fikirler ya da algılar veya duyu verileridir.
Daha yakın zamanlarda bir özdeşlik teorisi giderek daha çok taraftar toplamaktadır. Buna göre belirli bir bilinç durumundaki varlık ile mütekabil bir fiziksel durumdaki varlık tamamen aynıdır. Tıpkı sabah yıldızı ve akşam yıldızının aslında aynı yıldız oluşu gibi.
Descartesçı bilinç (ya da ruh) anlayışı esas alındığında bilinç dışı ruhsal süreçlere verilemez. Freud ve diğer psikologlar Kartezyen zihin anlayışını sarsan bir alternatif geliştirdiler. Rcyle'in Zihin Kavramı kitabı, Kartezyen beden ve ruh anlayışını eleştirerek, ruhu bedenin içine sokuşturulmuş bir "hayalet" olarak gören bu anlayışa saldırmıştır. Ancak Reyle de tüm bilinci (görünen) davranışlara indirgeyen analitik davranışçılığı da tek yanlı ve eksik kalmaktadır.
Varoluşçu felsefeler, çağdaş psikolojinin İzlediği gelişmelerin de etkisiyle insan bedeninin davranışla dışlanan anlamların alanı olarak algılarlar; başkasını ya da başkasının benini bana ileten bir İşaret, sembol olarak yorumlarlar. Merlcau-poııty bu bakımdan insan bedenini ayrıntılarıyla incelemeye çalışır. Ona göre; "beden mekanda yanyana gelmiş organların bir toplamı değildir. Tersine beden insanı dünyaya açan ve tavır aldıran şeydir."
Sonuç olarak, her ne kadar ruhsal olan artık bilinçle aynı kabul edilmiyorsa da, ruhta madde arasındaki İlişkiye dair kadim sorun olduğu »ibi durmaktadır.
Başka bir söyleyişle beden ile ruhun birleşmesi; bütün ruhçu öğretileri, uğraştırmış, üstünde çok durmakla birlikte Descartes'ın de bir türlü çözemediği halta Descartesçi filozofların biraz daha karıştırdığı temel sorunlardan başlıcasıdır. Dcscartes'da olduğu gibi Var-lık'ı beden ve ruh olarak ikiye ayırdığımızda, ruhun bedene, bedenin de ruha etkisi nasıl açıklanmalıdır? İki türlü varide sözkonusu ediliyorsa ve özleri ayrıysa birinin ötekinden türemesi nasıl kabul edilecektir? Üstelik mciafi-zik bakımdan birbirinden ayrı İki özün herhangi bir biçimde birleşmesini akıl düzeyinde açıklamak mümkün olabilir mi? Nitekim bunları birleştirmek için Malcbranch üçüncü bir Varlık'ı kabul etmişse de, sorun çözümlenmek yerine tamamen farklı bir alana kaydırılma sonucunu doğurmuştur. Çünük henüz iki Varlık'ın birleşmesi açıklanmadan, üçüncü Varlık'ın, Önceki ikisiyle birleşmesi nasıl olacaktır?
İşte bu hususta İslâm inanışının belirlediği esaslar önem kazanmaktadır. İslâm inanışında ruh Allah tarafından yaratılmıştır. Ruhun öz olarak kavranılması ve açık bir şekilde tanımlanmasından çok, bu yönü üzerinde durulmuştur. Yani ruhun Allah'ın bir "emri" olduğu belirtilmiştir. Beden ile ilişkisi ise, çatışır ya da birbirini ortadan kaldırır şekilde değil, aksine birbirini bütünleyen olgular olarak anlatılmıştır. "Gayb"a imanı esas alan İslâm inanış sisteminde ruhun bir emir olarak ks|bul edilmesi ve tekrar Allah'a ulaşmak için yönelmesi anlaşılır bir durum olarak görülmelidir. Öz olarak: "Külli'r-ruhu min emri Rabbi"
İslâm düşünürleri ruh-beden konusunda değişik yorumlar yapmışlardır.
1- İnsan ruhu soyuttur, cisim değildir, dolayısıyla yer kaplayan bir varlık olarak tanımlanamaz, bizzat kaimdir. Fakat bedenden ayrı ve bedene bağlı değildir. İslâm filozoflarının, bu arada Ebu'l-Kasım Ragıb Isfahan! ile Ebu Ha-mîd Muhammed Gazali, Mutezilc'dcn Ma-mer b. İbad, Şia'dan Şeyh Müfid ve bazı mutasavvıfların görüşleri böyledir.
2- İnsan ruhu gülsuyunun güle sirayeti gibi bedene sirayet eden latif bir varlıktır. Değişim
ve farklı durumlara girmekten uzaktır. Ebul-MaâliNazzam, bazı kclamcılar, bir görüşe göre Maturİdİ ve Razi bu anlayıştadır.
3- İnsan ruhu "özel duyarlığa sahib" bir varlık "heykel-i mahsus-ı muhasses"iir. Eşariler ve Mutezile tarafından tercih edilen bu anlayıştır.
4- Ruh kalbde, beyinde ve "ciğerde" bulunan üç kuvvettir. Kalbdcki dirilik veya canlılık kuvveti (kuwe-i hayvaniye), beyin veya akıldaki şehvet veya benlik gücü (kuvve-i nefsiye), ciğerdeki kuvve-i nebatiyedir. Bakillanİ'nin görüşü, budur. Bu durumda ruh nefisten başka olup hayal denilen bir araz olmaktadır.
5- Mutezileden Ebu'l Hüseyin el-Basri'ye göre uyumlu bir mizaç; Abdulmclik b. Habib'e göre insan şeklinde ve niteliğinde bir heykeldir.
Bunun yanında ruhun mizaç, nicelik ve nitelik bakımından ılımlı olan "ahlat-ı erbaa" (kan, salya, safra, dalak); akıl, akılda bir kuvvet, kalbde bir kuvvel, hava, ruhani nur vb. şeklinde tanımlandığı da görülmektedir.
Ruhun ebediliği sorunu mahiyeti, yani özü sorunuyla bağlantılıdır. Ruhu ayrı öz olarak anlayan düşünürlere göre bedenin yok olmasından sonra ebediliğini kabul ederler. Yani bedenin ölümüyle bozulmaya uğramasıyla ruhun da bozulması (fesad) gerekiyor, fakat diri olarak kalıyor; ölüm ruhun sadece etkinliğinin türünü değiştiriyor. Ruhun tecridine kailo-lan düşünürler ruhen haşr olmayı kabul ederken din bilginleri ayrıca cismani haşri de mümkün görüyorlar. Fakat bu konunun tartışmalı en önemli konularından biri olduğunu hemen belirtmek gerekir.
Tasavvufta insan biri maddi öteki manevi olarak iki ayrı özdür. Bunlar tek varlık olan ve bütün evreni bir bütünlük içinde kuşatan Allah'ın değişik biçimde iki ayrı görünüşüdür. Mutlak ruh olan Allah her türlü sınırlı ve belirli olmanın ötesinde sonsuzluğa açılan biryüce varlıktır. Maddi bir cevher olan beden, ruhun duyulur evrende görünüş alanına çıkmasıdır. İnsan ruhu ile ilahi öze, sonsuz ve sınırsız olarak açılır. Allah ile birlik içinde yaşar. Ancak ruh ilahi alemden ayrılan insan bedeninde gurbelte düşen bir varlık niteliğindedir. Beden onun için bir kafestir. Ruhun bedenden ayrılışı, özüne, geldiği ilahi kaynağa dönüştür. Bu yüzden ölüm, ruh için sonsuz hayata dönme, geldiği öze kavuşmadır. Allah, ruh ile insanda konuşan bir güç, bir anlayış yeteneği olarak ortaya çıkar; İnsanda ebedi olan ölümsüzü dile getirir. Bazıları ruhu insanın Allah İle birleştiği (vuslat) bir öz, ölümsüz bir cevher olarak yorumlar. Allah İnsana ruhun sonsuzluğunda bir ışık, insan gönlünü aydınlatan bütün gerçekleri ışıklandıran bir nur olarak görünür. Bu bakımdan insanın olgunlaşması geçici olandan sıyrılarak kalıcı, ebedi olana dönüşmesi ruhun özüne aykırı gelen eylemlerden davranışlardankaçınmasına bağlıdır. İlahi gerçeğe ulaşmak isteyen bir kimsenin ruhunu bütün dünya ilişkilerinden çözmesi her türlü beden kaygılarından uzaklaşması gerekir.
(SBA)
Benzer Haberler
Twitter'a Yeni Bir Özellik Geldi!
Ankara'da Uzay ve Havacılık Teknolojisi Alanında Türkiye'nin İlk Meslek Lisesi Açıldı
Dünyada En Çok Kullanılan 10 Şifre Belli Oldu: Kırılması 1 Saniye Sürüyor!
Samsung çıtayı bir üst noktaya taşıdı!
Cyborg nedir? İnsan ile makinenin birleşimi: Cyborg
Blogger-Blogspot kullanımı
Yüz tanıma tehdit oluşturuyor
Radyonun icadı ve Radyo Tarihi