Süleyman Efendi, Kur'an öğretme işine dört elle sarılmış, gayreti gün be gün ziyadeleşmişti, diğer yandan da tedbiri elden bırakmadan gizlilikle hareket ediyordu. Öyle ki bir yandan İstanbul’un değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumlarında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışıyordu. Bu çabanın semeresi olarak Kur'an hadimlerinin ilk tohumları şekilleniyordu. O, aynı zamanda vaaz ve hususi sohbetleriyle, Kur'an talebelerini madden ve manen destekleyecek gönüllüler halkasını teşkil ediyordu. Önce yaşlılar geldi. Gedikpaşa’daki Azakzade apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Hacı Refik, Mehmet Efendi daha sonra Biletçi Hüseyin Efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali, Kalaycı Hocalar dâhil oluyor...
Yeni yeni tutuşan kandillerin etrafında yeni halkalar oluşuyordu. Topçular’da, Kısıklı’da, Şehzadebaşı’nda. Bu arada gizli polis teşkilatının istihbari çalışmaları, ajan ve muhbirlerin amansız takipleri sürüyordu. Tutuklama, nezaret, sorgu, işkence, hakaret ve zulümler onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyordu. İstanbul’da bunalttılar, Kabakçı’ya oradan Kuşkaya mağarasına... Yine yakaladılar, Toroslar’a gitti. Yıldıramadılar, durduramadılar. Vaizlik belgesini iptal ettiler. Hiç oralı olmadı. Güya maddi imkânsızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi. Onun buna karşı izzeti şunu söylüyordu:
“Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık, mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince koşarız.”
Süleyman Efendi, 1924’ten beri durmamış, gayretle koşmuş, çalışıp didinmiş, gözyaşları dökmüş ve semere olarak bu işin ilk temelleri belirmişti. Tarih 1943... Niyet halis, istikamet doğru, hedef isabetli, zulüm aşikârdı. Adımlar sonuç veriyor Kur'an halkası yavaş yavaş genişliyordu. Sevindirici bir manzaraydı bu küçük topluluk...
İlk dönemlerde Kur'an öğretecek öğrenciler bulmakta zorluk çeken Süleyman Efendi, bu küçük topluluğa kıymet veriyor, onlara ilmin faziletini aşılıyor, hem de talebeliği sevdiriyordu. Onlara bir anne ve baba misali ilgi ve şefkati gösteriyordu. Onlarla iç içeydi, onların sıkıntılarını paylaşıyor, dertlerini dinliyor, ortamı istekli hale getiriyordu. Talebeleri onun için çok anlam ifade ediyordu, bir nevi onun velinimetiydi. Öyle ki bir gün bir zat Süleyman Efendi’ye gelir:
“Efendi hazretleri oğlumu okutmak istiyorum, ne ücret alıyorsunuz?” diye sorar.
Süleyman Efendi ise:
“Sen çocuğunu hemen getir, talebeden para alınmaz. Talebeye para verilir. Okusun da, dinine, kitabına, milletine hizmet etsin!” buyurdular. Süleyman Hilmi Efendi, talebenin iaşesini kendi karşılıyordu. Memuriyetten aldığı parayı kendisi için harcamazdı. Hatta ilim öğretmeyi o kadar içselleştirmişti ki şahsi mülklerini bile satarak ilim talebelerine harcamıştır.
Bir öğretici olmanın yanı sıra iyi bir eğitmen olan Süleyman Hilmi Hoca, değme pedagoglara taş çıkaracak bir yeterlilikte eğitimin inceliklerine vakıftı; yani aynı zamanda eğitim metodolojisinde işin uzmanından daha gelişkin noktadaydı. Kur'an dersine başlamadan önce talebelerin hal hatırını sorar, bir sıkıntıları varsa dinler ve onu çözmeye çalışır; bazen de güne, eğitime daha canlı ve istekli bir başlangıç adına latifeler yapar, ders öncesi talebeyi psikolojik yönden zinde tutmayı bilirdi. Bu sayede talebeler onu bir hocadan ziyade kendileri üzerine titreyen merhametli bir baba olarak görürlerdi.
Talebelere rızık ve geçim endişesi taşımamalarını tavsiye eder, Allah için okuyanın ahiretinin zaten mamur olduğunu hatırlatır; ayrıca böylelerinin dünyalığının da iyi olacağını söylerdi. İlim taliplerine şu tavsiyeden geri durmazdı:
“Oğlum ilimsiz ibadetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp istikbal sevdasına daldıkları şu günlerde Mevla’nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren gerekli bir iştir. İhlâs ve samimiyetle Allah Resul’üne yönelen, gölge gibi dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise ahireti kazanamaz. Zira Ahiret hakikat, dünya haleftir. Eğer ağacı kökünden götürürsen gölge de beraberinde gelir.”
Talebelik yapmak için Anadolu’dan çarıklarını sürüyerek gelen köylü çocukları, aldıkları eğitim sonucunda izinli olarak veya Ramazan ayı münasebetiyle evlerine bir vakar abidesi, ahlak timsali ve bir beyefendi misali olarak dönüyorlardı. Bunların bu giyim kuşamı, edepli halleri ve hepsinden önemlisi küçücük çocukların kürsülerden halka vaaz etmesi karşısında insanlar hayran kalırlardı.
...
Allah yolunun yolcuları için mücadeleyi erteleme, yorgun düşüp kenara çekilme, yaptıklarını yeterli görüp emekli havasına girme, şartların zorluğundan ve baskının çokluğundan dem vurarak çalışmayı terk etme söz konusu olamaz. Çünkü kulluk amaçlı yaratılan insan için dünya imtihanında tatil diye bir kavram yoktur. Süleyman Hilmi Efendi, bu bilinçle hareket eder; Kur'an eğitimini canı pahasına ertelemezdi. Çok sıkı takibat altında olduğunda bile pes etmemiş, bunun için değişik metotlar uygulamış, tedbirler almıştı:
1) Sık sık yer değiştirme: Süleyman Efendi bir gün Şehzadebaşı’ndaki caminin müezzin odasında, diğer gün Erenköy’de bir talebesinin evinde, öbür gün bir apartmanın bodrumunda, bir sonraki gün bir başka yerde olmak üzere sık sık yer değiştirerek dersleri okutur. Bu sayede polislerin takibatından da kısmen kurtulur. Bu arada vaazlarını da hiç ihmal etmez, akşam namazı harici her vakitte etrafındaki cemaate nasihatler etmiştir.
2) Çiftlikler kiralama: 1930-36 yılları arasında Çatalca’da kiraladığı Halit Paşa’nın Kabakça Çitliğinde o gün bulabildiği birkaç talebe ile derse başlamıştı. Bir taraftan ders okutuyor, diğer taraftan da Sirkeci’ye gelerek, Anadolu’dan çalışmak için gelen gençlere birer lira vererek okutmak için yanına alırdı. Kabakça çiftliğinde 5 ayrı değirmende talebe okutup derse devam ettiği bir zaman, durumdan şüphelenen polisler, "Bu kadar gencin çalışmasında bir iş var!" diyerek onları takibe alırlar. Çünkü Süleyman Efendi, talebeleri işçi olarak göstermişti. Süleyman Efendi bu takipten kurtulabilmek için talebeleriyle
- Ben hocalığı bir tarafa bırakayım. Sen de komutanlığı bir tarafa bırak. Seninle bir konuşalım!
- Buyur hocam!
- Hayır, hocam demeyeceksin. Şimdi sen komutanlığı bir tarafa bırak, ben de hocalığı bir tarafa bıraktım. Birer vatandaş olarak konuşuyoruz!
- Peki buyurun!
- İyi ki Allah seni bir tazı olarak yaratmamış. Eğer öyle olsaydı, şu ormanlarda yakalamadık tavşan bırakmazdın. Şu dağların tepesinde Allah’ın kitabını okutuyor diye geldin beni karakola götürüyorsun değil mi?
Bunun üzerine komutan başını yere eğer ve suskun kalır.
Yine Süleyman Efendi, başka bir zaman Lüleburgaz’da pancar çiftliği kiralamış, çapa adı altında talebe okutmuştur. Aynı maksatla Anadolu’ya geçmiş, Konya Ereğlisi kırlarında ve yolu olmayan ancak aşiretlerin çadır kurup hayvan otlattığı Toros dağlarında mandıracılık yapmış, onu vesile kılarak talebe okutmakla meşgul olmuştur. Kazancını ise hep bu uğurda sarf etmiştir.
Süleyman Efendi, her türlü sıkıntıya rağmen hizmetini devam ettirmiş. Maddi tazyikler ve tecritlerle bu büyük dava adamını yıldıramayanlar, bu sefer takip ve tevkiflerle ona baskı yapmaya başlarlar. 1939 yılında bir gün onu evinden alarak İstanbul Emniyeti Birinci Şubeye getirirler. Oradaki üç günlük çilesine dostları ve yakınları da ortak edilir. Fakat mahkemeye çıkarıldığında bütün tertipler boşa çıkar. Birinci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından salıverilir. Tutuksuz olarak aylarca devam eden mahkeme sonunda da beraat eder. O, mahkemeyi bir tarafa bırakmış, başta çocukları olmak üzere bulabildiği birkaç talebeye ders vermeye devam etmiştir.
1936-1939 arası yıllar Süleyman Efendi için çile dönemidir. Bunu talebesi ve damadı olan Kemal Kaçar'ın anlatımlarından öğreniyoruz:
Evine defalarca baskın yapılır ve sayısız denecek kadar polisler gelir, özel eşyalarına kadar evi didik didik aranır, akabinde Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüp tazyik edilir,
1939 yılında beraatla sonuçlanan tevkiften dört yıl sonra 1943'te başka bir engelle karşılaşır. Baskı, tezyif, tevkifle onu onurlu yolundan alıkoyamayanlar, bu kez yalancı bazı şahitler bularak onu vaizlik görevinden men ederler. Bir yıl sonra ise ikinci bir takiple yakalanır. Sulh Ceza Mahkemesi tutuklanmasına karar verir. Tabutluk olarak bilinen dar ve basık mekânlardaki işkence 8 gün sürer. Burada binlerce mumluk ampuller altında uykusuz günler geçirir. Sonuçta elde var sıfır misali Asliye Ceza Mahkemesi, onu kefaletle tahliye eder ve bilahare beraat eder.
Evet! Süleyman Efendi böyle bir ortamda bin bir ıstırap ve çile ile talebeler okutup yetiştirdi. Zor şartların getireceği manevi kazanım noktasında da talebelerini tembihlemek ve gayrete getirmekten uzak durmadı. Bu minval üzere onlara şu ve benzeri nasihatleri yapardı:
“Evlatlarım! Görüyorsunuz dinin en garip olduğu bir devirde geldik. Ben sizi bunca zor şartlar altında okuttum. Sizden para istemiyorum. Sizden istediğim tek şey şudur: Siz de gidip Anadolu’nun her yerine kurslar, yurtlar açın ve ümmet-i Muhammed’in evlatlarına dininizi ve kitabınızı öğretin.”
“Bizim bu alemde biricik emelimiz var: O da ümmet-i Muhammed'in evlatlarının kalplerine fuyuzat-ı Muhammedi'yeyi aşılamaktır... Evlatlarım, siz Allah'ın memuru, dinin memurusunuz... Vazifeniz batağa düşmüş, çamura yuvarlanmış Ümmet-i Muhammed'in evlatlarını bataklıktan kurtarmak, Fuyuzat-ı Muhammedi'yeyi aşılamaktır. Evlatlarım, sizler bahtiyarsınız, çünkü hayyen an hayyen/ diriden diriye ilim tahsil ediyorsunuz. Bizden aldığınız ilmi başkalarına okutmaz, öğretmez, aşılamazsanız, biliniz ki huzur-u İlahi'de iki elim yakanızda olacaktır."
Acep bugün düne göre imkânlar açısından daha elverişli olduğu halde Kur'an eğitiminden geri kalan, bu hayırlı görevden kaçmak için bahaneler üreten insanlar görevlerini yerine getirdiklerini mi sanıyorlar?
...
Süleyman Efendi, Kur'an eğitimi ve Arapça öğretiminde medreselerden farklı bir metod uygulamıştır. Öğrenciye sadece öğreten, bilgiyi ezberleten bir yaklaşımdan öte "Öğrenciyi faal hale getiren" bir yaklaşım içindeydi. Bu metot, hem daha kalıcı hem daha kısa sürede yüksek verim veriyordu. Süleyman Efendi ise bazı derslerde ibareler hariç ezberletme yapmıyor, dersi talebeye okutturuyor ve onun eksikliklerini tamamlıyordu. Bu sayede hem talebeye değer verildiği için güven geliyor, hem de dersler uygulamalı olduğu için daha kalıcı oluyordu.
Süleyman Efendi, dersleri tercüme kitaplardan öğretmek yerine emsileden başlayarak bütün büyük ulemanın medreselerde takip edilen temel kitaplar vasıtasıyla İslamiyet’i kaynağından orijinal dili olan Arapça’dan okutmuş ve öğretmiştir. O, yeni kitaplar yazmaktansa İslam âlimlerinin zengin birikiminden ve hazineler misali eserlerden yararlanıp talebe yetiştirmeyi, onlara İslami bir ölçü ve imani bir ruh vermeyi tercih etmiştir. Kaybolmaya yüz tutan, iman, itikat ve ibadetleri tekrar yeşertip yaşatmak ve muhafaza edebilmek için İslam akaidinin ve şeriat düşüncesinin temeli yani usul-ü dinde asil olan tahkiki, füru-u dinde asil olan taklidi öğretirken şerh-i akaidi günümüzdeki ve tarihteki sapıklıkları tanıtmış ve dalalet fırkalarına düşmekten muhafaza etmiştir.
Takip ettiği metot, ihlaslı çalışma ve gayretli adımlar Süleyman Efendi'ye başarı getirmiş, medreselerde 15-20 senede ancak okutulup öğretilen kitapları azami 3-5 senede okutmaya muvaffak olmuştur. Onun şu sözü de aslında Kur'an eğitiminde elde edilen başarının hakikatini göstermektedir: “Cenab-ı Hakk’ın yüz esmasının tasarrufları bize çevrildi. Biz bunlardan ancak bir tanesini kullanıyoruz. O da talebelerimizi çabuk yetiştirmektir.”
Onun ilim öğretme hususunda talebe ile nasıl meşgul olduğunu, onlara nasıl ders anlattığını Hacı Ali Şeker şöyle anlatmaktadır:
“Bir gün Konyalı Hacı Mustafa Efendi ile Kısıklı’daki kursa gitmiştik. Efendi Hazretleri sohbet ederken bir ara talebeleri çağırdı. Nasıl ders okuttuğunu ve niçin çabuk meyveler alındığını bize şöyle gösterdi: Efendi Hazretleri gayet mülayim bir tavır ve kendine mahsus bir eda ile:
- Oku bakayım evladım, dedi. En baştaki talebe de kitaptan ibare okumaya başladı. Ve kendi bildiği kadar mana verdi. Eksiklerini Efendi Hazretleri tamamladı. O mevzuda ilave bilgiler verdi. Sıra ikinci talebeye gelmişti. Müteakip ibareyi o da okudu. Verebildiği kadar mana verdi. Talebeye yardımcı olabilmek için bazı hatırlatıcı sorular sordu. Talebe o soruların cevabını verdikten sonra önündeki ibareyi daha kolay çözmeye başladı. Talebe bir taraftan da hocasının önünde kendi bilgilerini hatırlayarak ibareyi çözünce, iştiyaka geliyor ve daha ilerisini okumak istiyordu. Bu esnada Efendi Hazretleri’nin mülayim bir baba gibi okşayıcı sesi yetişiyordu:
- Sen oku evladım… Zamire dikkat et… İkinci baptan okuyacaksın.. Naib-i faili unutma...
Biz bu ders okuma şekline hayran olmuştuk. O yaşıma rağmen bende ders okuma iştiyakı doğdu.”
Onun eğitim metodunun önemli bir parçası da sevgidir. O, talebelerine bir ana-baba şefkatiyle yaklaşıyor, onların her türlü dertleriyle dertleniyor ve çaresi için maddi-manevi elinden gelen bütün fedakârlıkları gösteriyordu…
(Önümüzdeki sayı devam edecek)
İbrahim Dağılma - İnzar
Benzer Haberler
İmam Ebu Hanife Kimdir? Hayatı ve Görüşleri
MUSTAFA ÇELİK HOCA KİMDİR?
Bir Değişimin Hikâyesidir Halife Ömer’in Hayatı
Kendi Dilinden Yusuf İslam'ın Hayat Hikayesi
Abdulkadir Molla Ve Bangladeş -1
Biyografi nedir? Özellikleri
Bibliyografya Nedir?
OTOBİYOGRAFİ NEDİR?