Mücadele ve azminin bedelini canıyla ödeyen bir çınar: İSKİLİPLİ ATIF HOCA
Haber detay

1876 yılında İskilip’in tophane köyünde doğdu. İlk tahsiline köyünde başlamış ve 2 yıllık dini tahsilden sonra 1893 yılında İstanbul’a gelmiştir. 26 yaşına kadar medresede ilim tahsil ederek icazetini almış akabinde girdiği Darü’l Fünun İlahiyat fakültesindeki eğitimini tamamlayıp Fatih Camii’nde dersiam olarak kürsüye çıkmış ve talebe okutmaya başlamıştır. Bir süre Kabataş Lisesi’nde Arapça hocalığı yapmaya başlar. Çevresinde şahit olduğu bazı haksız uygulamalara karşı çıktığından sürgün edilir. Meşrutiyetin ilanından sonra tekrar müderrisliğe döner. Bu arada ‘Beyanül Hak’ ve ‘Sıratımüstakim’ mecmualarında dini makaleler yazmaya başlar. Balkan savaşı sırasında donanmaya yardımın şer’i yönünü yazdığından dolayı takdir edilirken, akabinde Mahmut Şevket Paşa’nın bir cinayetle  öldürülmesinde dahli olduğu iddia edilerek yüzlerce kişi ile beraber Sinop’a sürülür. Daha sonra yanlışlık oldu özrü ile serbest bırakılır.

Dört yıllık sürgün hayatı Onu biraz daha pişirmiş ve çalışmalarına biraz daha canlılık katmıştı. Yunanlılar İzmir’e çıktıkları günlerde ilk protestoyu kurduğu ‘Teali-i İslam Cemiyyeti’ vasıtasıyla yapmıştır. Ayrıca 1920 yılında aralarında Mustafa Sabri efendi ve Bediüzzaman Said Nursi gibi zevatın da bulunduğu ‘Müderrisler Cemiyyeti’ni’ kurmuştur. 1924 yılına kadar müdürlük ve müderrislik hizmetlerine devam etmiş, bu tarihten sonra sadece Fatih Dersiamı olarak görevine devam etmiştir. Daha sonra inandığı ve yaygınlaşması için mücadelesini verdiği değerlerin bedelini en ağır bir şekilde ödemeye başladı. Hayat ve mücadelesinin temelini İlahi Şeriatın hakimiyeti teşkil ediyordu. Şeriat’a sarılmayan Müslümanların küfür karşısında zillet ve aşağılanma ile karşılaşacağını hor ve hakir olarak özgürlük ve vatanlarını kaybedeceğini biliyor ve söylüyordu.

Müslümanların kendileri dışındaki kültürlerin özentisi içinde olmamalarını ve onlara benzememeleri gerektiğine inanırdı. Bunu yapanların İslam’ın çizdiği sınırların dışına çıktığını, kafirlere benzemenin onlar gibi yaşamanın imanlarını zaaf içine düşürdüğünü iddia ederdi. ‘Nasıl ki bir milletin sembolü onu temsil eden bayrak ise, Müslümanı da bütün dünyaya tanıtan ve gösteren, onun hayat nizamı ve kandine has hayat tarzıdır. Gerektiğinde Müslüman, inancının tezahürü olan esasları korumak ve yaşatmak için ölümü bile göze alır.’

‘Kendini korumaya memur olan Müslüman, her durumda, kendi dininin, yani şeriatının bütün vecibelerini de yaymak durumundadır. Başta nefsiyle cihad etmek durumunda olduğu gibi, Allah’ın adını yaymak, küfrü sindirmek ve söndürmek için de canıyla ve ilmiyle her meşru silahı kullanarak cihad etmelidir.’

Yeryüzüne huzur ve saadet getirecek olan İslam dininin yayılıp insanlar tarafından kabul görmesi, öncü neslin büyük çaba ve fedakarlığı ile olmuştur. Şayet günümüzde islam coğrafyasının, müstevlilerin iğrenç çizmeleri altında eziliyor olması ve halklarının perişan bir duruma düşmesi sözkonusuysa, Müslümanların asli vazifelerini, Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılma hedeflerinden sapmalarından dolayıdır. Balkan savaşları sırasında bakın Atıf Hoca ümmete nasıl feryat ediyor;’Gerek Rumeli halkı,gerekse diğer vilayetlerin ahalisi ve gerekse doğu ve batı olarak bütün Müslüman halk bedeni ve mali olarak düşman ile muharebede tembellik göstererek İslam hükümetinin mağlubiyet veya büsbütün yıkılmasına sebebiyet verirlerse hepsi adam öldürmek, domuz eti yemek, içki içmek, zina yapmak gibi pek büyük bir günahı işlemiş ve hepsi Allah’ın şeriatına isyan etmiş olurlar.’ (Cihad, Beyanü’l Hak,c.7 Sh.3316)

Ümmetin birlik ve beraberliğinin, güç ve kudretinin adil davranan bir halifenin varlığıyla mümkün olduğuna inanır. Adil bir halifenin varlığı dosta güven ve düşmana korku verir. Krallık ya da meşruti yönetim bulunan bir halka da şöyle hitap eder:’ Ey millet! Zulümden kurtulmak, esaretten büsbütün sıyrılmak isterseniz şer’i vazifelerinizi ifa edecek bir kabiliyet kazanınız. Zalimin zulmüne her ne ile olursa karşı koyunuz ve dine aykırı gerek fert ve gerekse hükümetin yaptığı her işe baş kaldırınız.’ (Şeriat Medeniyeti,Sh.140)  Şehit Atıf hoca bu sözleri genellikle İkinci Meşrutiyet döneminde yazdı ve söyledi. Kimi zaman nezarete atıldı, kimi zaman da sürgün edildi. Ama yılmadı. 1.Dünya savaşı ve akabinde Kurtuluş Savaşı’nın yaşandığı zamanda millet, din ve namus için savaştı. Asla ümitsizliğe düşmedi.

1924 yılında Fatih Dersiamı iken bir risale yayınladı, ‘Frenk Mukallidliği ve Şapka’. Yayınlanmasından 16 ay sonra ‘Şapka Kanunu’ adıyla bilinen en önemli batılılaşma, batıya benzeme hamlesi başlatıldı. Halk’tan çok ciddi tepkiler aldı. Tepki gösterenler acımasız bir şekilde cezalandırıldı. Sürgün ve idam cezaları da verilen cezalardandı. Atıf Hoca’nın yazdığı risale de isyana dayanak sayılır. Hiç bir kanun, öncesine şamil olmadığı halde, bir gece evinden alınıp gözaltına alınır. Bir kaç gece nezarette kalmasına rağmen hiç bir kimse suçunun ne olduğunu bilmez. Ailesi ve sevenleri perişan bir vaziyette kendisinden haber beklerken, bir gemiye bindirilerek Giresun’a yollanır. Orada kurulan İstiklal mahkemesinde yargılanır. Fakat bir suç bulamadıkları için İstanbul’a gönderilip nezarete atılır. 25 Aralık 1925’te Tren’le Ankara’ya götürülür.

26 Ocak 1926 Salı günü Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılaması başlayana kadar cezaevinde kalır. Yargılaması da dünya hukuk tarihine girecek skandallarla doluydu. Üzerinde suç unsuru ya da şüphesi bulundurmaya dönük her aldatmacanın içine girdiler. Daha önce kılık-kıyafet ya da şapka ile ilgili yargılanan ya da itham edilen herkesi, hacı, hoca, şeyh vs. kim varsa bulup onun aleyhine sayılabilecek iddia ve ithamlarla delil bulmaya çalıştılar ama muvaffak olamadılar. Bütün bunlar onları durudurmadı ve o zatı serbest bırakmadılar. Zira emir büyük yerden gelmişti, Atıf Hoca ile bu kutlu davanın cefakar ve fedakar fertleri mutlaka durdurulmalıydı. Yeni kurulmak istenen, muasır medeniyet seviyesine(!) sevdalı bu yapının önündeki tüm engeller kaldırılmalı ve batılılaşma ideali mutlaka hedefine ulaşmalıydı.(!)

Mahkeme başkanı Kılıç Ali’nin ‘Başka mevkufiyetiniz var mı?’ sorusu ile ve devamında başka yersiz ve fakat cevaplandırılan ithamlarla mahkeme başladı. Bu sorgulama ile bir yere varamıyacaklarını anlayan mahkeme heyeti sözü ‘‘Frenk Mukallidliği ve Şapka’ risalesini ne zaman ve niçin yazdınız.’ şekline getirdi. Atıf Hoca; ‘O kitabı senelerce evvel yazmıştım. Maksadım açıktı. Taklitçiliğin her türlüsü mekruhtur. Japonya gibi aleme örnek olabilecek bir şekildeki terakki ve medeniyete kavuşmuş milletler de gözümüzün önündedir. Batı’nın iyi taraflarını almışlar, fakat dini ve milli ananelerini muhafazada ısrar etmişlerdir. Fakat biz bu işi yaparken körükörüne ve lüzumsuz yere onları taklit etmiyelim diye yazmıştım. Kitabı yazarken İstanbul Maarif Müdürlüğü’ne ve Matbuat Umum Müdürlüğü’ne verdim ve tetkik neticesi teşekkürlerini bildirerek resmi ruhsatı da verdiler.’

Savcı en az 3 yıl kürek cezasına çarptırılmasını istedi. Son celsede müdafaası istenen Atıf Hoca, her zamanki vakur ve imanlı tavrıyla ayağa kalkarak şu savunmayı yaptı:

-‘Hacet yok, efendim. Müdafaa edilmeyi mucip bir günahımız olmadığı esasen ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh vicdanınızın(!) vereceği hükme intizar (bekliyorum) ediyorum.’ Dedi.

-‘Peki, mahkemenin adaletinden (!) emin olabilirsiniz, oturunuz,’ dendi.

Arkasından sözde mahkeme heyeti (daha önce verilen kararı) ilan etmek için yan odaya çekildi. Çok kısa bir tartışmadan sonra efendilerini memnun edecek meşum kararı açıkladılar; İDAM.

Aslında Atıf hocanın bir müdafaa hazırladığı biliniyordu, fakat sabah kalktığında onu yırtıp atmıştı. Zindan arkadaşı Tahirül Mevlevi’ye şöyle anlatmıştı. ‘Bu gece rüyamda Fahr-i Kainat Efendimizi gördüm. Bana (Atıf, bize iltihak etmek istemiyorsun da müdafaaname hazırlığı ile mi megulsün?) dedi. Artık bu hitap karşısında  müdafaaname okumamın lüzumu kalmamıştır. Yazdığım kağıdı da yırttım, attım. Mukadderata boyun eğmekten başka yapacak bir şey yoktur. Mahkeme masum olduğumu bile bile beni mutlaka imhaya karar vermişse, esasen müdafaaname okumak da boşunadır. Her şeyden önce ise Fahr-i kâinat Efendimizin bu iltifatına karşı müdafaa yapmak küstahlık olur ki, bu benim harcım değildir.’

İşte geçmişi inkâr edip batılılaşmanın en önemli göstergelerinden biri olan şapka yasasına sözde muhalefet ettikleri gerekçesiyle 3 Şubat 1926 Çarşamba günü yapılan yargılamada 44 Müslüman hakkında hüküm veren mahkeme heyeti, Atıf Hoca’yı idama mahkum etmişti. ‘Zalimler ve katillerle mahşer gününde hesaplaşmam mukadderdir’ diyerek sabahladığı Perşembe günü sabah namazından sonra idam edilerek şehitler kervanına katıldı. Rabbim bu toprakları kanlarıyla sulayan, mücadele ve şehadetleriyle bizlere rehberlik eden öncü zatların yolundan ve mücadele ahlakından ayırmasın. (Amin)

M. Selim Sabaz - İnzar

Anasayfa Reklam Alanı 1 728x90

0 Yorum

Henüz Yorum Yapılmamıştır.! İlk Yorum Yapan Siz Olun

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!

Haber detay

Reklam

Haber detay

Anket