OSMANLILAR DÖNEMİNDE İSTANBUL
Haber detay

Osmanlı döneminde şehir kısa zamanda değişti, başka bir karakter edindi. Türkler
göçebelik geleneğinden geliyorlardı; kırsal alışkanlıkları ağır basıyordu. Bunun
sonucunda doğa yeniden şehir içine girdi. Nüfusun en fazla yoğunlaştığı birkaç istisna
semt dışında, bütün evler bahçeliydi. Modern şehirlerde parklarla giderilen yeşillik
ihtiyacı, bu İstanbul'da bahçelerle karşılanmıştı. Bu yüzyılın ortalarına kadar şehre
belirgin karakterini veren ahşap konut tipi de bu en erken dönemlerden başladı.
Ahşabın tercihinin çeşitli nedenleri vardı: Deprem korkusu, kırsal alışkanlık ya da
İslam'ın "fani dünya" ideolojisi gibi. Ama temel neden ekonomikti.
Ahşap ucuz, inşaat kolaydı. Ayrıca ahşap ev, şehrin iklimiyle uyumluydu. Buna karşılık,
önemli sakıncası da, bilindiği gibi, yangına dayanıksızlığıydı. Gerçekten de yangın,
yüzyıllar boyunca İstanbul'un başından eksik olmayan bir felâket olmuştur.
Osmanlı yapılaşmasını başlıca iki kategoride ele alabiliriz: kamusal ve özel. Bu ikisi
arasındaki ayrım, Osmanlı'da Roma Bizans'ta olduğundan daha büyüktü. Osmanlılar ele geçirdikleri şehri yıkmadılar, yapısını da bilinçli veya amaçlı bir şekilde bozmadılar. Kiliseleri camiye çevirdiler, Bizans'ın yükseltilere anıtsal yapı dikme politikasını sürdürüp tamamladılar.
"Kamusal" dediğim kategorinin belirgin örneği "külliye"dir. Bu tip binaları padişah, vezir
ve aileleri, yani saray, vezirler ve başka varlıklılar inşa ettirir. Külliyenin amacı ve
varlık nedeni kamu yararıdır. Bir hayır işidir. Yaptıranın servetine göre işlevleri çoğalır
ve çeşitlenir.
Külliye, şehrin geri kalan kısmına açılmaktan çok kapanan bir yapı tipidir. Genellikle
merkezinde cami yer alır. Medreseler, hastaneler, külliyenin binaları her neyse,
merkezdeki camiye göre vaziyet alır, yüzlerini ona dönerler (tabii bu, sırtlarını şehre
dönmeleri demektir). Cami elbette dini, Allah'ı temsil eder. Ama aynı zamanda, dünyevi
ve fiziksel düzeyde, onu yaptıranı da. Bu bakımdan külliye, sanki ortasında durup da
ona bakacak bu "bani"nin teftişine kendine sunar gibi durur.
Külliyenin oluşturduğu bu görece simetrik ve geometrik bütünlüğün dışında şehrin
kaosu vardır. Orada düz çizgiler bozulur; eğrilir ya da zikzak yapar. Evler birbirine
yaslanır. Cumbalar birbirine uzanır, sokaklar çıkmaz olur vb.
Aslında mahallenin temelinde de, külliyedeki ilkeler vardır; ama ilkenin gerçekleşme
oranı mahallede iyice azalır. Bunu açıklamak için, fetihten itibaren şehirde nasıl
bir nüfus oluştuğu konusuna kısaca göz atmak gerekiyor.
II. Mehmet Roma'nın başkenti ele geçirip kendini Kayser ilan edince, tasarladığı büyük
şehrin nüfusunu oluşturmaya girişti. İmparatorluğun çokuluslu dokusunu şehirde yeniden üretti. Bunun için çeşitli bölgelerden Türk, Rum, Ermeni topluluklarını şehir içinde iskân etti. Onu izleyen padişahlar da politikayı sürdürdü: Bayezid'in Yahudiler'i davet etmesi, Süleyman'ın Sırbistan'dan hünerli ustalar getirmesi gibi. Böylece yeni kurulan mahalleler, gelen to
plulukların köyleri gibi kuruldu. Bu, modern çağda öncelikle sınıf temeline göre mekânı
paylaşarak kurulan Batı Avrupa şehirlerinden de, sınıfların önemli olduğu klasik (Greko
Romen) gelenekten de epey farklı bir modeldir. Her mahallenin zengini ve yoksulu
ve çok sayıda orta hallisi vardı. Ortaklığın temeli etnik bağdı (ya da "Çarşamba" veya
"Aksaray" gibi semtlerde, eski hemşerilik bağları). Dolayısıyla aslında mahalle de
yüzünü bir merkeze, sırtını da şehrin geri kalan kısmına dönüyordu. Ama bunu
külliye gibi düzenli ve geometrik bir tarzda yapamıyordu, çünkü gücü yetmiyordu. Bu anlamda
devlet hendeseyi, sivil toplum kargaşayı temsil eder.
Mahalle merkezi ufarak bir meydandır. Burada kural olarak, birimin maddi temelini
oluşturan bakkal ve manav (kasap da olabilir) ve toplumsallık mekânı olan kahvehane bulunurdu.
Böylece Osmanlı İstanbul'u bir bakıma bir köyler topluluğu olarak gelişti. Bu "matlaşma" diyeceğim bir özellik getirdi. Klasik Roma şehri, caddeleri ve meydanlarıyla, sanki şehrin bir
uçtan öbür uca "saydam" bir biçimde görünmesi idealine göre kurulmuştu. Akdenizli Yunan ve Roma medeniyetlerinde hayatın büyük kısmı açık havada geçiyordu. Bu Osmanlı zamanında da
çok fazla değişmedi, ama açıklık daha çok çevresi kapalı avlulara vb taşındı. "Kadın
mahremiyeti" kavramının da bunda payı olmalı. Klasik çağdaki düz çizgiler, külliyeler dışında,
labirentleşti (aslında, sarayın "özel" ini temsil eden Harem'de de labirent niteliği vardır). İslâm Osmanlı uygarlığının "uzlet" kavramı, "mahremiyet"i tamamlar. Devlet ve "özel" arasında, "kamusal'a pek fazla yer kalmamıştır. Birey, "dışarı" da işi bitince, evinin mahremiyetine sığınır ve orada "uzlet"i yaşar.

Osmanlı'nın parlak dönemlerinde İstanbul dünyanın bir numaralı şehir statüsünü
korudu. O çağların teknolojik imkânları içinde sağlanabilecek hizmetler sağlanmıştı. Süleymaniye Külliyesi'nde Sinan'ın yaptığı tuvaletleri düşünün; bir de, 16. yüzyılda, Paris veya Londra'da sokak ortasından akan lağımı.

Murat Belge

 

Anasayfa Reklam Alanı 1 728x90

0 Yorum

Henüz Yorum Yapılmamıştır.! İlk Yorum Yapan Siz Olun

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!

Haber detay

Reklam

Haber detay

Anket