İmamı Rabbani'nin hayatı (tüm detaylarıyla)

İMAM-I RABBANİ MÜCEDDİD-İ ELFİSÂNİ'NİN HAYATI 5
DOĞUMUNDAN GÖREVİNE KADAR HAYATI 5
Dedelerinin Serhend'e Gelişi: 6
H. 10. Asırda Serhend'deki Âlimler: 6
Mahdum Şeyh Abdülahad Hazretleri: 6
Tarikat Eğitimini Tamamlaması ve Hâce BâkibiUâh'a İntisabı: 9
Şeyh Abdülbâki Nakşibendî Hazretleri: 10
İmam-ı Rabbânî'nin Biati ve Kemale Ulaşması: 11
Hâce Hazretlerinin Ağzından İmam-ı Rabbânî'nin Büyüklüğüne Tanıklık: 12
ÖNEMLİ OLAYLAR, İRŞAD VE FAALİYETİ VE VEFATI 12
TEBLİĞ VE İRŞAD ÇALIŞMALARI 13
Dönemin Sultanı Cihangir'in Tutumu: 14
GOVALYAR KALESİNE HAPSEDİLİŞİNİN SEBEPLERİ 15
Govalyar Zindanında Yusuf (a.s.) Sünneti: 16
Tutukluluğu Sırasındaki Lütuflar ve Duyduğu Zevkler: 17
PADİŞAHA VE ORDUSUNA REFAKAT EDİŞİ, BUNUN DİNÎ ETKİLERİ VE FAYDALARI 18
Cihangir Üzerindeki Etkisi: 18
AHİRET YOLCULUĞUNUN YAKLAŞMASI VE HAZIRLIKLARI 18
ADETLERİ VE DEVAMLI YAPTIĞI İŞLER.. 20
İMAM-I RABBÂNÎ'NİN YENİLEME DAİRESİNİN MERKEZ NOKTASI 24
HZ. PEYGAMBERİN PEYGAMBERLİĞİNE İMANIN VE ONA GÜVENİN YEMLENMESİ 24
Imam-ı Rabbânî'nin Asıl Yenileme Başarısı Neydi?. 24
HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİNE VE PEYGAMBERLİĞİNİN EBEDÎ 25
VE GEREKLİ OLDUĞUNA GÜVENİN YERİNE GETİRİLMESİ 25
Çeşitli Fitnelerle Mücadelesi: 25
AKIL VE İLHAMIN; GÖRÜLMEYENLERİ VE TABİAT ÖTESİ GERÇEKLERİ ANLAMAKTAN ÂCİZ KALIŞI 26
Temel Sorular ve Bunlara Çeşitli Cevap Verme Çabaları: 27
KESİN AKIL VE TEK BAŞINA İLHAMLA HAREKET ETMEYİ TENKİD EDİŞİNİN İNKILAP YAPAN ZAFERİ 27
Kâinatı Yaratanı İspat Etmek Ve O'nun Yüceliklerini Tanımaktan Aklın Âciz Oluşu: 29
ALLAH'I TANIMADA ESKİ YUNAN AKILCILARININ AKILSIZLIKLARI 30
İmam-ı Rabbânî'nin Yunan Filozoflarını Tenkidi: 31
Akıl Dinin Bildirdiği Gerçekleri î Bulmada Yetersizdir: 32
AKLIN KATIŞIKSIZ VE ÖZ OLMASI MÜMKÜN OLMAYIP İLÂHÎ HAKİKATLERİ BULMAK İÇİN YETERLİ DEĞİLDİR.. 32
İÇE DOĞUŞÇULAR VE NEFSİ ARINDIRMA.. 34
İçe Doğuşçuluğun Önderlerinden Sühreverdî-i Maktul: 34
Akıl ve Sezginin İkisi de Aynı Geminin öl Yolcusudur: 35
FİLOZOFLARLA PEYGAMBERLERİN ÖĞRETİLERİ ARASINDAKİ ÇELİŞKİ 36
PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYAÇ VE PEYGAMBERLERİN YÜCELİĞİ 37
Peygamberlik Olmadan Gerçek Nefîs Arınması Olamaz: 37
Peygamber Gelmesine İhtiyaç Duyulması ve Aklın Yetersiz Oluşu: 37
Peygamberlik Allah'ın Zâtını, Sıfatlarını ve Emirlerini Tanımanın Tek Yoludur: 37
Allah'ı Tanımak Ancak Peygamberler Aracılığı İle Olur: 38
Peygamberleri Tasdik Eden Mantıklı Kimselerdendir: 38
Akla Aykırı Olmakla Akıl Ötesi Olma Arasında Büyük Fark Vardır: 39
Allah'ın Azametini Bilmek Peygamberliğe Bağlıdır: 39
Aklın Derecesi ve Peygamberlik Derecesi: 39
Peygamberler En İyi ve En Yetenekli Varlıklardır: 40
Peygamberlerin Halka ve Hakka Yönelmesi: 41
Peygamberin İç ve Dış Dünyası: 41
Velilerin Başlangıcı Peygamberlerin Sonudur Meselesi: 41
Peygamberliğin İzinden yürüme: 41
Veliliğin ve Peygamberliğin Üstünlükleri: 42
Âlimlerin Bilgilerinin Sağlam Ve Üstün Oluşunun Sebebi: 42
Gayba İman ve Peygamberler: 43
Peygamberlerin Halka Dönüşü: 43
ŞERİATA DESTEK OLUP ŞİRKİ REDDETME. 43
Tasavvufa Giren Çeşitli Fikirler: 44
Tasavvufa Felsefenin Girişi: 45
Tasavvufun Yogizmden Etkileniri: 45
İmam-ı Rabbânî'nin Bid'atlarla Mücadeleye Girişi: 45
Allah'tan Başkasından Yardım İstemek: 48
Kâfirlerin Kutlamalarına Değer Vermek: 49
Yatırlara ve Ermişlere Adak Adama: 49
Yatırlar Adına Oruç Tutmak: 49
SÜNNETİ YAYMA, BİDATİ REDDETME. 50
Bid'at-i Hasene Mugalatası: 51
VAHDET-İ VÜCÜD MU, VAHDETİ ŞÜHÛD MU?. 52
MUHİDDİN ARABÎ VE VAHDET-İ MESELESİ 52
VAHDET-İ VÜCÛDÇULUĞUN AŞIRI SAVUNUCULARI 55
VAHDET-İ VÜCÛD İNANIŞI HİNDİSTAN'DA.. 56
Şeyh Semnânî ve Vahdet-i Vücûdçuluk: 56
Yeni Bir Yenileyici Kişiye İhtiyaç: 57
ÎMAM-I RABBÂNÎ'NİN KATKISI VE YENİLEME BAŞARISI 57
Kişisel Tecrübe ve Müşahadeleri: 58
Muhiddin Arabî Hakkında Adaletli Tutumu: 60
Varlık Âleminde Bîr Tek Varlık Olduğu Görüşüne Karşı Çıkma Gereği: 60
İMAM-I RABBÂNÎ'NİN SEÇKİNLİĞİ VE TEK OLUŞU.. 61
İmam-ı Rabbânî'den Sonra Vahdet-i Vücûdçuluğa Karşı Tutum: 61
YEDİNCİ BÖLÜM EKBERDEN CİHANGİRE KADAR.. 62
EKBER DÖNEMİNİN CESUR ÂLİMLERİ 62
CİHANGİR'İN TAHTA GEÇİŞİ VE İMAMI RABBÂNÎ 63
Gönülden Kopan Herşey Gönüle Akar: 65
DEVLET ADAMLARINA GÖNDERDİĞİ TEŞVİK EDİCİ MEKTUPLAR.. 66
Geçmiş Hatalar Tekrarlanmam alı: 69
Saygılı Devlet Erkânı İle Yazışmalar: 70
DURUMU DÜZELTMEDE İMAMI RABBÂNÎfNİN ETKİSİ VE FEYTZİ 70
MUHİDDİN EVRENGZÎB ÂLEMGÎR.. 72
Evrengzîb'in Hayatından Bazı Kesitler: 75
İkbâl'in Evrengzîb Hakkındaki Fikirleri: 76
İMAM-I RABBANİYİ DALÂLETE DÜŞMEKLE" SUÇLAMA.. 77
Şeyh Abdülhak Dehlevî'nîn Mektubu: 78
Şeyh Abdullah Kusûrî'nin Görüşleri: 80
İMAM-I RABBANİNİN İKİ BÜYÜK HALİFESİ VE ONLARAİNTİSAB EDENLER 82
ARACILIĞIYLA TECDİD (YENİLEME) HAREKETİNİN GENİŞLEMESİ 82
İMAM-I RABBÂNÎ'NİN HALİFELERİ 82
Seyyid Âdem Bennûrî Hazretleri: 84
MÜCEDDİDİYE VE MASUMİYE ZİNCİR VE ONUN BÜYÜK ŞEYHLERİ 84
Hâce Seyfeddin Serhendî Hazretleri: 84
Hâce Muhammed Zübeyir'den Mevlânâ Fazhrahmân'a Kadar: 85
Mirza Mazhar-ı Cân-ı Canan Ve Şah Gulâm Ali Hazretleri: 86
Şah Ahmed Saîd ve Halifeleri: 88
AHSENİYE TARİKATI VE BÜYÜK ŞEYHLERİ 89
Seyyid Şah Alemullah ve Onun Sülâlesi: 90
Ekberâbâdlı Seyyid Abdullah t ve Şah Veliyyullah Çizgisi: 91
Seyyid Ahmed Şehid ve Adamları: 91
İMAM-I RABBANİ MÜCEDDİD-İ ELFİSÂNİ'NİN HAYATI
DOĞUMUNDAN GÖREVİNE KADAR HAYATI
Soyu:
İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elfisâni hazretleri Ömer el-Faruk (r.a) soyundan gelmektedir.[1] Onun soy kütüğü 31. kuşakta Ömer İbn Hattâb hazretlerine ulaşmaktadır[2]
Onun soy zinciri şöyledir: Hz. Ömer el-Faruk oğlu,' Hz. Abdullah oğlu, Âsim oğlu, Hafs oğlu, Ömer oğlu, Abdullah oğlu, Nasır oğlu, İbrahim oğlu, İshak oğlu, Ebu'1-Peth oğlu, Abdullah el-Vâiz el-Ekber oğlu, Abdullah el-Vâiz el-Asgar oğlu, Mesud oğlu, Süleyman oğlu, Mahmud oğlu, Nâsıruddin oğlu, Nureddin oğlu, Şiha-bedditı Ah' Ferruhşâh oğlu, Yusuf oğlu, Ahmed oğlu, Şuayb oğlu, Abdullah oğlu, İshak oğlu, Yusuf oğlu, Süleyman oğlu, Nâsıruddin oğlu, İmam Refîuddin oğlu, Habibullah oğlu, Muhammed oğlu, Abdülhay oğlu, Zeynelâbidin oğlu, Mahdum Abdülahad oğlu, İraam-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Serhendî Hazretleri.
İmam-ı Rabbaninin 15. kuşaktan atası Şihabeddin Ali Ferruhşâh Kâbilî bu zincirin ünlü kuşağı ve yüce bir soyudur. Hindistan'ın pek çok değerli ve çok ünlü Faruk soyundan gelen ıslahatçı mürşidleri, büyük âlimleri ve tarikat şeyhleri meselâ Baba Ferîdüddin Genc-i Şeker hazretleri ve diğerleri onun soyundan gelmektedir. Ne yazık ki Afganistan âlimleri ve mürşidle-rinin ahvalini belirten tafsilatlı bilgi veren eserler olmamasından dolayı Kabil şehrinden olan Şihabeddin Ali Ferruhşâh'a ait geniş bir bilgi ele geçmemektedir. Onun hakkında elde edilen bilgilerin kaynağı, İmam-ı Rabbânî ve sülâlesi hakkında yazılan eserlerdir[3]
Anılan bu zat Şeyh Nureddin'in oğlu ve Şeyh Nâsıruddin'in torunuydu. Bu bakımdan onun ailesi de Kabil'e nisbet edilerek anılagelmiştir. Büyük meziyetlere, çok güzel niteliklere sahipti. İslâmı yaymakta, sevdirmekte ve küfrün alâmetlerini, şirkin belirtilerini aşağılayarak kötülüğünü belirtmekte büyük bir ayrıcalık ve özel bir zevk taşırdı.
Muhterem babasının vefatından sonra onun görevini üstlendi. Afganlılarla Moğolların anlaşmazlıklarına son vermede onun çok Önemli çabaları oldu. Bedenî haşmeti, yakışıklılığı ile birlikte büyük manevî meziyetlere sahip biriydi. Kalabalık bir insan topluluğu ondan manevî feyiz aldı. Ölümünden evvel, idarî yetkiyi değerli oğlu Şeyh Yusufa havale ederek Kabil'in 80 km. kuzeyine düşen ve onun adına nisbet edilerek Ferruhşâh Geçidi denilen bir vadiye yerleşerek uzlete çekildi. Orada vefat edip toprağa verildi.
Şeyh Yusuf, zahirî fmüsbet) ilimleri elde ettikten sonra muhterem babası Sultan Ferruhşâh'tan manevî eğitim gördü. Babasının idareyi terketmesinden sonra onun yerine tahta geçti. Adalet, iyilik ve dindarlıkla güzel bir üne kavuştu. Herkes tarafından büyük sevgi kazandı. Onun içinde de. mübarek atalarım ara sıra Celâleddin Rûmî'nin şu şiirine bağlı kalmaya yönelten ilâhî aşkın kıvılcımı vardı:
"Dünya mülkü; zevkine düşkün ehl-i keyfe helâl olsun,
Biz sonu olmayan aşk ülkesinin kölesiyiz."
Ömrünün son yıllarında o da devlet idaresinden elini çekerek hak yolun inziva ocağım (kendim Allah'a vermeyi) tercih etti.
Oğlu Şeyh Ahmed devlet idaresini eline aldı. Oğlu da muhterem babası gibi ilim ve takva sahibi, sultan kıyafeti içinde derviş yapılı bir büyük zat idi. Bir gün öyle ilâhî bir cezbeye geldi ki, devlet idaresinden elini eteğini çekti. Çocuklarına da ondan uzak durmalarını vasiyet etti. Az bir miktar eşyayı çoluk çocuğuna bırakarak geride kalan bütün mal ve mülkünü fakirlere dağıttı. Muhterem babasından başka o, Şeyhler şeyhi Şihabeddin Sühreverdî hazretlerinden de manevî isti-
fadede bulundu ve onun halifesi olmakla şeref buldu.
Ondan sonra gelen sülâlenin büyükleri de kanaatkar kişiler olup halkı irşad eden kimselerdi. Herbiri kendi zamanlarının herkes tarafından benimsenen üstün merteben mürşidlerine bağlanmışlar, onların eğitim ve terbiyesinden geçerek mensubu oldukları hak tarikattan manevî feyiz alagelmişlerdir.
İmam-ı Rabbânî'nin 6. kuşak dedesi ve Şihabeddin Ali Ferruhşâh'm 9. kuşak torunu olan İmam Refîüddin hazretleri, Zübdetul-Makâmât yazarının anlattığına göre, zahir ve bâtın ilimlerini bilen bir kimseydi. Manevî eğitimini ve tarikat bilgilerini Seyyid Celâleddin Buharı (Ö.H. 785)'den elde etmişti. Bundan anlaşılmaktadır ki, o, 8. asrın sonunun veya 9. asrın başının büyüklerindendi.[4]
Dedelerinin Serhend'e Gelişi:
Bu zat, Kabil'den Hindistan'a gelen bu sülâlenin ilk kişisidir. Eski adı Sihrind olan Serhend şehrinde yerleşmeyi tercih etmiştir. Burası hayvanların barınağı olup, yerleşme yeri olmayan bir yerdi. Bu bölge ile, devlet hazinesinin gönderildiği Sâmâne arasında hiçbir yerleşim yeri yoktu. Bu bakımdan çevresinde yaşayanlar, özellikle 15 km. uzaklıkta olan Serâyis köyünün halkı Seyyid Celâleddin'in huzuruna gelerek -Sultan Fîruzşah kendilerine bağlı ve çok saygı duyardı- rica ettiler ve devlet merkezine giderek buraya bir şehir kurulmasına idarecileri teşvik buyurmasını istediler. Padişah bu arzuyu kabul edip, uygulamaya koydu ve İmam Refîüddin'in büyük kardeşi olup Sultanın yakın adamlarından olan Hoca Fethullah'ı bu işle görevlendirdi. Hoca Fethullah da ikibin süvari ile buraya gelerek kaleyi inşa etti.
Seyyid Celâleddin; namazda imamı tarikatta da halifesi olan, Sünnâm kasabasında oturan İmam Refîüddin'e; bu kalenin temel taşını koymasını ve bu şehirde yerleşmesini emretti. O günden beri onun sülâlesi burada oturmaktadır. Kalenin temelinin atılışı ve Serhend'e yerleşimin başlangıç tarihinin H. 760 senesi olduğu bildirilmektedir.
Böylece İmam-ı Rabbânî'nin doğumundan 200 sene öncesinde Serhend şehri kurulmuş olmaktadır. Biyografi ve tezkire kitaplarından, ilim adamlarının ve değerli meziyetler taşıyan üstün insanların ailelerinin bu şehre yerleştiği anlaşılmaktadır. Bu topraktan nice büyük değerlere sahip şahsiyetler ortaya çıkmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, şehrin yükselişi, İslâm ilimleri ve değerleriyle ilişkisi H. 10. asrın başında kurulmuştur. Tezkire kitaplarında H. 8. ve 9. asırlarda İmam-ı Rabbânî'nin sülâlesinden birkaç seçkin kişisinden başka, Ser-hendli âlimin adına rastlanmamaktadır.[5]
H. 10. Asırda Serhend'deki Âlimler:
Fakat Hicri 10. asır girdikten sonra Serhend'de ilmî ve dinî uyanma, eğitim, öğretim faaliyetleri göze çarpmaktadır. Çeşitli kemal ehli, ün salmış âlimlerin adları görülmektedir. Bunlar eğitim ve irşad makamına yerleşmiş, irşad ve feyizle meşgul olan kimselerdi.
Bunlardan en ünlüsü, ders ve irşad sahibi Mevlânâ İlâhdad b. Salih Serhendî'nin (Ö. H. 927) adı görülmektedir. Ondan sonra Mevlânâ Şîr Ali Kâdirî'nin (Ö.H. 985), Mevlânâ Ali Şîr'in (Ö. H. 985),[6] Müftü Ahmed Serhendî'nin (Ö.H. 986), Allâme Şihabeddin İbn Hacer Heytemî'nin talebesi olan İbrahim Serhendî'nin (Ö.H.995), Mevlânâ Abdullah Niyazi Mehdevî'nin (Ö.H. 1000)[7] ve ölüm tarihleri bilinmeyen daha birkaç -üstün değerli kişilerin adları göze çarpmaktadır.
Meselâ, dönemin meşhur üstadı Mahdum el-Mülk Molla Abdullah Sultanpûrî'nin hocası Mevlânâ Abdül-kadir, Conpurlu Şeyh Ali Âşıkan'm müridi Mevlânâ Abdüssamed Hüseynî, Mevlânâ Emânullah, Mevlânâ Kutbüddin ve Mevlânâ Mecdüddin -ki bu zatın kendi döneminin en büyük ve en derin bir âlimi olduğuna İmam-ı Rabbaninin hocası Mevlânâ Yakub Keşmirî tanıklık etmektedir; Babür Şahla Serhend'de görüşmüş ve Babür Şah ona büyük saygı göstermiştir- Mevlânâ Mır Ali ve Mevlânâ Bedreddin Serhendî de özellikle zikredilmeye değer kimselerdir.[8]
Mahdum Şeyh Abdülahad Hazretleri:
Hâce Muhammed Hâşim Keşmîrî, Zübdetü'l-Ma-kâmât' da Mahdum Şeyh Abdülahad Hazretleri hakkında bir dereceye kadar geniş bilgi vermektedir. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin hizmetinde aralıksız üç sene bulunduğu için verdiği bilgilerin kaynağı herhangi bir ilâve olsa bile daha çok, doğrudan doğruya İmam-ı Rabbânî'nin ağzından duyduğu buyruklar ve sözler ile muhterem oğullarından alman bilgiler olduğundan, onun anlattıklarını tamamen belgeli ve dolaylı yoldan îmam-ı Rabbânî'nin buyruklarının derlenmesi kabul etmelidir. Burada o kitabın özeti sunulmaktadır.
Şeyh Abdülahad Hazretleri, gençliğinin ilk yıllarında ve ilim öğrenmeye yeni başladığı şuralarda kendisine öyle bir Mevlâ aşkı ve kesin iman şevki hâkim oldu ki, ilim tahsilini tamamlamayı beklemeden o devrin şöhreti her tarafı tutmuş Çeştî (Sâbirî) tarikatı şeyhi olan Genglihlu Abdülkuddüs hazretlerinin huzuruna geldi. Ondan zikir ve evradın telkinini ve tarikat yolundaki eğitimi aldı. Şeyh Hazretlerinin eşiğine yüz sürme arzu ve kararını açıkladığında şöyle dedi:
— Ya canana can erişir, ya da bu tenden can çıkar gider.
İçi aydınlık olan mürşid bu isteği kabul etmedi. Din ve irşad ilimlerini öğrenip bitirmesini tekrar tekrar söyleyerek:
— İlimsiz dervişlikte hiç su ve tuz olmaz, (yani tadı tuzu olmaz) buyurdu.
Şeyh Abdülahad Hazretleri, Şeyh Hazretlerinin yaşlılığını göz önünde bulundurarak: "Dinî ilimleri okuyup bitirdikten sonra ben bu eşiğe geldiğimde bu devleti o zaman ya bulurum ya bulamam" deyince Şeyh Hazretleri: "Eğer beni bulamazsan oğlum Rükned-din'den o devleti elde edersin" buyurdu.
Mahdum Şeyh Abdülahad da buyruğu yerine getirdi ve ilim tahsiline devam etti. Kader meselesidir bu, endişe ettiği gibi oldu. İlim tahsilini bitirmeden önce Şeyh Hazretleri ahiret yolculuğuna çıktı.
Mahdum, zamanının yaygın ilimlerini bitirdikten sonra bir süre çeşitli yerleri gezip dolaştı. Oraların büyüklerinden istifade etti. Daha sonra, Hz. Şeyh Rük-neddin'in huzuruna geldi.Tarikat mertebelerini aşarak, Çeştî ve Kâdirî tarikat zincirinde halifelik cübbesi giydirilmekle ve ders verip telkin yapmaya icazet verilmekle şereflendirildi.
Bu iki büyük zat; Şeyh Abdülkuddüs ve Şeyh Rük-neddin'e Vahdet-i Vücûdçuluk, gayb âlemi, kendinden geçme, vecd ve istiğrak hali hâkimdi. Onlar cezbeye gelir, ilâhi ve nâtlar dinlerlerdi. Özellikle Şeyh Abdülkuddüs, kendini Vahdet-i Vücûdun açıklanmasına, yayılmasına görevli kabul ederdi, bunun cezbeli bir da-vetçisiydi. Bununla birlikte sünnete bağlılıkta şaşmaz bir prensiple amel etmekte ayağını sağlam basan bir kimseydi. Kendini hiç sayma ve nefse fırsat vermeme hali galipti. Son derece ince kalpli, çok ibadet eden bir büyük kişiydi. Ölümü daima hatırlar, ölüm sonrası düşüncesi sürekli onu meşgul ederdi. Kendi mürşidi Şeyh Abdülkuddüs ve Şeyh Rükneddin'den başka Mahdum Şeyh Abdülahad'm Kâdirî tarikatının ünlü büyüğü Kîthelli Şâh Kemal hazretlerine de özel bağlılığı vardı. Şah Kemal hazretleri kendi devrinin büyük kemal sahibi ve hal ehli olan bir büyüğü idi.
Şeyh Abdülahad'm şöyle söylediği nakledilmiştir: "Keşif gözüyle bakılırsa; Kadiriye tarikat-ı âliyesinde bu tarikatın kurucusu Şeyh Abdülkadir Geylânî Hazretlerinden sonra bu derece yüce çok az insanın göze çarptığı görülür." Torunu Şâh İskender de çok üstün derecede bir mürşiddi. Mahdum Hazretleri ondan da istifade etmişti.
Mahdum Hazretleri ilim tahsilini tamamladığında Allah erlerini arayıp bulma yolunda çeşitli şehirlere gitti. Yolculuğuna başlarken nerede bid'at alâmetleri görürse, kimin yaşayışında bid'attan örnekler gözüne çarparsa o kimseye bağlanma şöyle dursun onun sohbetinden bile uzak durmaya kesin karar verdi. Bu yolculuğu sırasında İlâhdâd (Allahverdi)'m sohbetinden de faydalandı. Rehtâs şehrinde îlâhdâd ve Tavdık el-Havâşî kitabının yazarı Mevlânâ Muhammed b. Fahr ile de görüştü, onların derslerine de katıldı. Bengal bölgesine gitti. Conpur'da da birkaç gün kalarak Seyyid Ah Kıvam'm (Ali Âşıkan) hizmetinde bulundu. Bu yolculuğundan dönerek Serhend'e geldi. Bundan sonra âhiret yolculuğuna kadar orada yaşadı ve hiçbir yere gitmedi.
Akıl ve nakil bilgileriyle ilgili herkes tarafından okunan kitapları tam bir disiplin içinde, büyük bir titizlik ve araştırma ile okuturdu. İmam-ı Rabbânî Hazretleri onun bütün ilimlerde mükemmel bir yetenek taşıdığını, fakat bilhassa fıkıh ve fıkıh usûlünde benzeri olmadığını söylerdi. Pezdevî'nin Usûl adlı kitabını okuturken onun İmam-ı Azam Ebû Hanîfe mezhebindeki harikulade yeteneği, muhteşem bilgisi açıkça ortaya çıkardı. Tasavvuf kitaplarını da okuturdu. Özellikle Taarruf, Auârif el-Maârif ve Fusûs el-Hikem' in ne demek istediklerini ve ince hassas konularını çözmede yetenekli idi. Görüş, anlayış ve ruhî hazda da Muhiddin Arabî meşrebinde idi. Fakat Allah vergisi manevî kabiliyeti ve şeriata olan saygı ve bağlılığı sebebiyle hiçbir zaman ağzından, cezbe sarhoşluğu ile söylenen şeriata aykırı düşecek lüzumsuz sözler çıkmadı.
Kaleîıderliği ve yalnız kalıp insanlardan uzak durma arzusu fazlaydı. Talebelerinin çokluğuna rağmen hiçbir zaman hiçbir kimseden hizmet almaz, evinin gerekli ihtiyaçlarını kendisi pazardan alır getirirdi. Sünnete bağlı kalmaya büyük özen gösterirdi. İmkân elverdiği sürece hiçbir sünneti terketmez, normal işlerde, giyim kuşamda bile sünneti daima göz önünde tutar; yapılıp yapılmamakta serbest bırakılan şer'î konuları da yapmayı yeğler, serbest kalmaktan kaçınırdı. :
Her ne kadar Çeştiyye ve Kâdiriyye tarikatlarına bağlı olup bu tarikatların halifesi ve bu tarikatlarda önemli bir geçmişi var idiyse de onun Nakşibendî tarikatına büyük bir Özlem göstermesi ve onun hakkında çok övücü sözler söylemesi, samimiyetine ve yüksek feyzine işarettir. "Bu mübarek tarikatın (Nakşibendîliğin) memleketimize ulaşması için veya bizim onun merkezine ulaşarak ondan faydalanabilmemiz için dua ediyorum" sözü buna örnektir. Kendisinin kitapları da vardır. Künûz el-Hakâyık ve Esrar et-Teşehhüd onun eserlerindendir.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri: "Ben babamın birçok kere; mübarek ehl-i beyte sevgi ve muhabbet imanı korur, güzel bir ölüme, son nefesi imanla vermeye büyük etkisi vardır, dediğini işittim. "Babamın ölüm anı gelip son nefeslerini vermeye başladığı sıralarda ben bunu kendisine hatırlatınca: Allah'a hamd olsun ki, ben o sevgi ve muhabbetle sarhoşum, o güzellik deryasına gark olmuşum dedi ve
"Ya Rabbi, Hz. Fâtıma oğulları hakkı için,
İman sözü ile (kelime-i şahadetle) benim son nefesimi al." şiirini okudu" buyuruyor.
Yolculuk sırasında Skendere denen yere ulaşınca birkaç gün orada kaldı. Onun efendiliği, asilliği, güzel davranışları, takvası ve ilmiyle amelini birleştirmesi görülünce, asil bir aile kendi kızlarını ona vermeyi teklif ettiler. Böylelikle onların temiz anlayışlı, güzel karakterli kızı ile nikahlandı. Mahdum Hazretlerinin bütün çocukları işte bu kadından olmuştur.
Allah Teâlâ, Mahdum Hazretlerine mürşidi gibi 7 çocuk bahsetmişti. Adları bilinenler şunlardır: Şâh Mu-hammed, Şeyh Muhammed Mesud, Şeyh Gulâm Mu-hammed, Şeyh Mevdûd. Diğer iki kardeşin adları ile bu konuda daha fazla geniş bilgi elde edilememiştir.
Bunlar arasında babanın manevî yetkilerini taşıyan, onu sürdüren İmam-ı Rabbânî Hazretleriydi. Diğerleri de ilim sahibi ve manevî yetenek sahibi kimselerdi. Onlar da yazılı ilimleri ve tarikat bilgisini babalarından veya devrin mürşidlerinden öğrenmişlerdi.
Mahdum Hazretleri 80 yaşında, 17 Recep H. 1007 yılında bu fani dünyadan göç etti. Mübarek kabri Ser-hend şehrinin batı tarafında aşağı yukarı 1,5 km. mesafede bulunmaktadır.
Mahdum Hazretlerinin hayatının ana cevheri; Hakka bağlılığı, insaflılığı, şeriat ve sünnete büyük saygısı, onlar üzerinde amel etme gayreti, dinî hamiyeti, manevî üstünlüklerdeki himmetliliği ve âlicenaplılığıdır denilebilir. İşte bu cevher onun ciğer parçasının içinde -ki onun kaderinde dini yenileme ve Hindistan'da İslâm ümmetinin inanç değerlerini koruma şerefi yazılmıştı- yerleştirilmişti. Bu cevheri, Allah'ın lütfü parlatarak ve daha başka meziyetler lütfederek onu dünyayı aydınlatan bir güneş yaptı.[9]
İMAMI RABBÂNÎ'NİN DOĞUMU
Hicri 971 yılı 14 Şevval Cuma gecesi Serhend şehrinde doğdu. Şeyh Ahmed adı verildi. "Hâşi" (Allah huzurunda saygıyla baş eğen) kelimesinden ebced hesabıyla doğum yılı çıkmaktadır. Daha küçüklüğünde kendisinde olgunluk ve erginlik işaretleri görülmekteydi. Devrin salih kullarının, ermiş kişilerinin ve özellikle muhterem babasının manevî bağlılığı ve intisabı olan Kîthelli Şâh Kemal'in ona Özel ilgisi ve şefkati vardı. Ona karşı özel bir ilgi gösterir, farklı bir muamele yapardı. Şeyh Ahmed henüz 7 yaşında idi ki Şeyh Kemal âhirete göçtü. Şeyh Ahmed küçük yaşına rağmen onun güzel simasını hatırlıyor ve babasıyla ziyaretine gittikleri evin şekli bile hafızasında duruyordu. [10]
Tahsil Hayatı:
Öğrenimine Kur'an-ı Kerim'i ezberlemekle başladı. Kısa süre içinde bunu tamamladı. Sonra muhterem babasının huzurunda eğitim gördü. Kısa süre içinde o-nun Allah vergisi zekâsının cevheri açılmaya başladı. Ağır konuları çabucak öğrenmedeki ve onları kendi ifadeleriyle anlaşılır tarzda açıklamadaki üstünlüğü, meziyeti, yeteneği ortaya çıktı.
İlimlerin çoğunu mübarek pederinden ve bir kısmını da döneminin bazı büyük âlimlerinden elde etti. Bir süre sonra devrin büyük ilim ve öğretim merkezi olan Siyâlkot şehrine gitti. Mantık, felsefe, kelâm ilmi ve fıkıh usûlünde derin bilgisi olan, üstün yeteneği, zekâsı, hafızası, çok okuması ve güçlü öğretimi her tarafa ün salmış olan ve talebeleri içinden zamanın nadir yetiştirdiği Siyâlkotlu Allâme Abdülhakîm gibi âlimler çıkan Keşmirli Mevlânâ Kemal'den, o günün ders programlarının bazı en üstün, en son okunan Adûdî gibi önemli kitaplarını okudu.
Hadis konusunda bazı kitapları, Arapça dilbilimcisi Keşmirli Şeyh Yakup'tan okudu. Bu zat, hadis konusunda döneminin müsnedi (dayanağı) olan ve eserleri arasında Sahih-i Buharı 'nin bir şerhi bulunan Şeyh Şihabeddin Ahmed b. Hacer Heytemî el-Mekkî'nin tale-besiydi.
Şeyh Yakup birçok büyük hadis âliminden ve kitap yazarlarından hadis ve tefsir kitapları okudu. Bu kitapların yazılması iznini aldı. Kendi döneminin ünlü Rabbânî âlimi, hadis ve tefsir konusunda yüksek değer taşıyan, hadis konusunda devrinin şeyhi olan Abdur-rahman b. Fehd'in en olgun öğrencisi olan Bedahşanlı Kadı Behlül'den; Buharı'nin, Mişkât el-Mesâbîh' in, Şemâü-i Tirmizl' nin ve diğer hadis kitapları ile Buharî Sülâsiyyât'ı ve Müselsel hadislerinin diplomasını aldı. Önceki âlimlerin prensiplerine uygun olarak tefsir ve benzeri konuların kitaplarının senedlerini onların yazarlarına kadar ulaştırdı. 17 yaşında tahsilini tamamladı.
Nakil ve akıl ilimlerini usûl ve fürû (temel ve detay) bilgilerini tamamlayınca okutma, öğretme işine başladı. Arapça ve Farsça olarak bir takını küçük kitaplar yazdı. Bunlar arasında Risâle-i Tehlîliye, Risâle-i Redd-i Mezhebi Şîa da vardır.
Devlet başkenti Ekberâbâd'a (Agra) da gitti. Orada Ebu'1-Fadl ve Feyzî ile görüşmeleri oldu. Fakat karakter farkı ve meşrep ayrılığı yüzünden onlarla ilgisi olmadı, gönül bağı kurulamadı. Bazı kereler karşılıklı fikir çatışması da oldu.
Ebu'1-Fadl'ın birtakım ölçüsüz, edebsiz konuşmalarına öfkesini gösterdi ve onların yanma gidip gelişini kesti. Ebu'1-Fadl adam gönderip çağırttı ve özür diledi.
O günlerde noktasız harflerle yazılmış tefsiri Savatı' el-îlhâm'\ yazmakla meşgul olan Feyzî bir keresinde noktasız harflerden meydana gelen uygun bir kelimeyi yerine koymakta ve gereken anlamı vermekte zorlandı ve kalemi durdu. İmara-ı Rabbânî Hazretlerine durumu anlattı. O ise bu zor meseleyi hemencecik halletti. Bunun üzerine Feyzî onun geniş bilgisini ve üstün yeteneğini itiraf etme zorunda kaldı.
Agra'da kalışı biraz uzun sürdü. Babasının görüşme arzusu arttı. İhtiyarlığına ve mesafenin uzaklığına rağmen Agra'ya geldi. İmam-ı Rabbânî Hazretleri babasıyla birlikte memleketine geri döndü. Delhi ve Ser-hend arasında bulunan Taniser şehrine uğradıklarında; oranın ileri gelenlerinden aynı zamanda devrin âlimlerinden, fazıllarından olan ve hükümdara yakınlığı olup o dönemin Taniser valisi olan Şeyh Sultan onları saygı ile hürmetle karşıladı, yanında misafir etti. Sonra manevî bir işaretten dolayı ve İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin ahlâkını, özelliklerini görerek onunla aile bağı kurmayı arzu etti. Babası da bunu kabul ederek orada evlenme yoluyla akrabalık kuruldu. Arkasından gelinini de alarak Serhend'e geldiler. [11]
Tarikat Eğitimini Tamamlaması ve Hâce BâkibiUâh'a İntisabı:
Biz burada tasavvuf ve tarikata intisabın gerekliliği ve onun şer'î ve ilmî açıdan isbatı üzerinde kalem oyi natmaya gerek görmüyoruz. Davet ve Azimet Tarihi dil zisinin (bu kitap o dizinin 4. cildidir) okuyucuları, bu dizinin 1. cildinde Hâce Hasan Basrî Hazretlerinin, Abi j dülkadir Geylânî ve Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hazretn | lerinin ahvalinin anlatıldığı bölümleri okuyanlar bu konuyla tanışmışlardır. Eğer bu sahada daha çok bilgiye ve doyurucu malumata ihtiyaç duyuluyorsa yazarın, Tezkiye ve İhsan yahut Tasavvuf ve Tarikat kitabı okunmalıdır. Burada sadece şu kadarını söylememin gerekli olduğu görülüyor:
O dönemde Müceddid-i Elfısâni İmamı Rabbani\ Hazretlerinin çok nazik ve zor ıslahat ve yenileme gö-1 revini yerine getireceği çevrede, tasavvuf İslâm toplu-, |i muna ve çevresine o kadar girmiş, dal budak salmıştı j ki, bu onun ruhundan bir parça, iç dünyasında bir hu-1 zur haline gelmişti. Özel kesim (havas) bir tarafa genel ( halk kesimi bile bir âlimin, Öğreticinin veya ıslahatçımn tasavvuf ve tarikat geçidini tanımadığı, herhangi i güvenilir, sağlam bir tarikat koluna bağlı ve mürşidlerin sohbetinde bulunmadığı sürece ona güvenmez, ona j, bağlanmaz ve anlattıklarına değer vermezdi. Böyle ol- J makla birlikte bir dereceye kadar nefis tezkiyesi, ihlas,) kesin iman ve yanış yakılış olmadan -ki bunlar çokça j zikir ve mürşidlerle bolca sohbet olmadan eJde edilemez- sadece çok bilgi ve güçlü konuşma yeteneği ile, hiçbir gerçek inkılap meydana gelmez.
Şunu demek istiyoruz: O dönem ve o çevrede tasavvuf, tarikat, ruhanî feyz ve manevî bir nura sahip ol-1 madan inkılap yapmaya çalışarak ıslahat (bozulanı düzeltme) yapmak; iyi bir silah kullanma eğitimi, ata binme yeteneği ve alışkanlığı elde etmeden harp meydanına çıkarak eğitim görmüş silahlı askerlerle savaşmak
gibidir. Yahut yaradılıştan konuşma melekesi olmayan kişinin eğitim Öğretim işini yürütmek istemesi gibidir.
İşte bu hikmetin kendisi ve ilâhî düzenlemenin bir gereği idi ki bu inkılap ve ıslah meydanına çıkmadan önce Allah Teâlâ, Şeyh Ahmed Serhendî Hazretlerini tasavvuf ve tarikatın sadece sırlarına aşina ve gizliliklerine vâkıf kılmadı; hatta o bu büyük işe tamamıyla hazırlansın ve tam bir güvenle basarsın da etkisi dünyanın en uzak köşelerine ve daha sonraki asırlara kadar yayılarak sürsün diye, üstün meziyetler ve faziletler sahibi kimselerin eğitimi, sohbeti ve terbiyesi ile arkasından da Allah'ın lütfü ve özel bir desteğiyle onu, bu sahada da imamet ve ictihad mertebesine ulaştırdı, âyet: (Zâlike takdîrülazîzil alîm: İşte bu aziz olan ve herşeyi bilen Allah'ın bir takdiridir.)
Serhend'e ulaştıktan sonra babasının hayatı süresince onun hizmetinde bulundu, bundan da çok kıymetli manevî faydalar sağladı. Çeştiyye ve Kâdiriyye tarikat kollarında büyük manevî makamlar katetti. Bununla birlikte zahir ilimlerini Öğrenme çalışmalarını da sürdürdü.
O günlerde Kabe'yi ziyaret ederek hac yapma arzusu, Medine'de Hz. Peygamberin kabrim ziyaret etme aşkı arttı. Oraların cezbesi onu kıvrandırıp uykusuz bırakmaya başladı. Fakat babasının ihtiyar olmasından, görünürde âhiret yolculuğunun yaklaşmasından dolayı böyle bir durumda onu bırakıp gitmeye uygun bulmadı.
H. 1007 yılında babasının vefatı üzerine artık ona hiçbir engel kalmadı ve H. 1008 yılında Mekke ve Medine'ye giderek Hac farizasını yerine getirmek için yola çıktı.
Serhend'den hareket ederek Delhi'ye ulaştı. Kulaklarına, faziletinin ve kemalinin ünü ulaşan oranın âlimleri ve üstadları kendisiyle görüşmek için geldiler. Aralarında Keşmirli Mevlânâ Hasan bile vardı. İmam-ı Rabbânî Hazretleri kendisini eskiden beri tanırdı. Konuşma sırasında o, bir süre önce Delhi'ye gelmiş olan Hâce Bâkibillâh Hazretlerinin üstün derecesini ve manevî gücünü anlattı. İmam-ı Rabbânî Hazretleri babasından Nakşibendî tarikatını dinlemiş, Hâce Bâkibillâh Hazretlerini görmeyi çok istediğini de duymuştu. Bu bakımdan o da görüşme arusunu belirtti. Bunu Kabe ve Medine'nin ziyaretine bir hazırlık, onun kıymetli bir hediyesi kabul ederek görüşmek üzere derhal yola çıktı. Mevlânâ Hasanla beraber oraya ulaştı. O anda gaibden bir ses şöyle demiş olmalı: Şiir:
"Gelmesini istediğimiz (beklediğimiz) o dost geldi." Bu iki kıymetli dostun durumunu anlatıp ondan sonra olayları yazmaya başlamadan önce Hâce Hazretlerini tamtmak gerekir[12] Bu çizgide biz Nüzhet el-Hauâtır yazarının 5. ciltte Hz, Hâce hakkında kısa fakat çok faydalı yazısını içine alan makaleyi nakledeceğiz. Bu makalede güvenilir kitapların, tezkirelerin özünün özü anlatılmıştır. [13]
Şeyh Abdülbâki Nakşibendî Hazretleri:
Büyük mürşid, kutublar kutbu, imamlar imamı, önce Kâbilli sonra Delhili, Bâkibillâh adıyla tanınan Bedahşanlı Radiyyuddin Ebu'l-Müeyyed Abdülbâki b. Abdüsselâm. Onun varlığı; dünya için bir bereket ve süs, onun mübarek hayatı yaratılışın amacının ve varoluşun gayesinin tecellisi, onun dili gerçeğin tercümesi ve onun şahsı ilim ve marifetin özü idi. İlimde, marifette; Allah'ın açık bir işareti, velilik ve ruhaniyetin parlayan bir feneri idi. H. 971-972 yılları arasında Kabil'de doğdu. Mevlânâ Muhammed Sadık Helvâî (Helvacımdan ders almaya karar verdi. Onunla birlikte Mâve-râünnehir'e yolculuk yaptı. Bir süre onunla beraber kaldı.
Sonra gönlünde tasavvuf yoluna girme isteği belirdi. Bu istek sonucu, yazılı ilimleri tahsil etmeyi bıraktı. Maverâünnehir şehirlerinin pekçok büyük mürşidleri-nin sohbetlerine katılmayı sürdürdü. İlk önce Mah-dum-ı Azam Dehbîdî'nin halifesi olan Mevlânâ Lütful-lah'm halifesi Şeyh Hâce Ubeyd huzuruna gelerek onun hakka yönelen eline el verip tövbe etti. Fakat kendinde bir ilerleme işaretleri görülmeyince Şeyh İfti-har'm Semerkand'a gelişi üzerine ikinci kere onun eline el verip tövbe etti. Bu Şeyh İftihar, Ahmed Yesevî tarikatının büyüklerindendi. Yine kendi terakkisinde eksiklik hissedince mecbur kalarak Belhli Emir Abdullah'ın huzurunda üçüncü kere tevbe etti ve bir süre sınırları korumaya bağlı kaldı ama son olarak bu tevbe de bozuldu. Bu sırada rüyada, Hâce Bahaeddin Nakşibendî Hazretlerini ziyaret etti. Bunun üzerine Allah ehli kişilerin yoluna dönme eğilimi meydana geldi. Gidebildiği her yere gidiyordu.
Nihayet Keşmir'de Şeyh Baba Kübrevî'nin huzuruna vardı.Ondan faydalandı, onun sohbetlerinden kendisine ilâhî feyizler yağmaya başladı ve ruhunda bu tarikatın meşhur "İnsanlar içinde kendini yok etme, asıl varlık olan Mevlâmn varlığı karşısında kendini kaybetme" prensiplerinin etkilerini görmeye başladı. Mezküt Keşmirli Şeyhin vefatından sonra o, şehirden şehire dolaştı durdu. Seyahat ve istifade süresi geçtikten sonj-ra Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin ruhu gözükef rek ona Nakşibendî tarikatının dersini öğretti. Böylece^ onun tarikat arayışı tamamlanmış oldu.
Bundan sonra Maverâünnehir'e gitti. Orada Emke-nekli Şeyh Muhammed ile görüştü. Şeyh Muhammec üç gün sonra izin ve yetki verdi. Hindistan'a geri döndü. Lahor'da bir sene kaldı. Orada pekçok âlim kendisinden faydalandı. Daha sonra oradan Hindistan'ız, başşehri Delhi'ye gelerek Fîruzî kalesine yerleşti. Bu1 kalede büyük bir nehir, büyük bir mescid vardı, ölünce4 ye kadar orada kaldı.
Hace Bâkibillah; yüksek derecede cezbe ve vecd sa4 hibi, son derece alçakgönüllü, yumuşak huylu birisiydij Başkalarından veya yabancılardan kendi mübarek ah4 valini, yüce durumunu gizlemeye çalışır ve kendini ir-| şad makamına lâyık görmezdi.
Biri kendinden manevî feyiz almaya, ruhanî istifa-1 deye gelmişse ona: "Bende hiçbir şey yok, o bakımdan1 L siz başka bir büyük zata başvurun ve eğer kıymetli bü-: yük bir kimseye rastlarsanız bana da haber verin" derdi. Yani demek isteriz ki, o iddialı olmaktan uzak kalarak, gelenlere hizmet etmek ve kalpleri birleştirmekle! meşgul olurdu. Ancak bir mecburiyet karşısında veyal ince bir meseleyi açıklamak için ağzını açar ve muhata-i bmı aydınlatmak için konuyu bütün açıklığıyla anlatırdi.
Kendisine saygı için ayağa kalkmaktan dostlarım! meneder, kendini onlar gibi kabul ederdi. Her zaman] ve her durumda onlara eşit muamele yapardı. Alçakgönüllülük ve tevazu düşüncesiyle çıplak yere otururdu.
Çok enteresan ruhanî bir hali ve etkileme gücü vardı. Onun nazar ettiği kimsenin durumunda derhal değişme olur, daha ilk görüşmesinde manevî zevk, şevk, cezbe ve ruhanî marifet elde ederdi. Hâce Bâkibillâh'm daha ilk telkin ve teveccühünde müridlerin kalbi harekete geçerdi. Onun feyzi ve yaratıklara şefkati herkese şamil idi.
Şiddetli bir kış gecesinde bir işten dolayı yatağından kalkarak gitti. Geri döndüğünde yorganın üzerinde bir kediyi uyuyor buldu. Bunun üzerine onu uyandırıp kovacak yerde sabaha kadar kendisi oturup bekledi.
Aynı şekilde Lahor'da kaldığı zaman bir kıtlık oldu. Bu süre içinde hiçbir şey yemedi. Kendine gelen yiyecekleri muhtaçlara dağıttırdı.
Lahor'dan Delhi'ye giderken yolda sakat bir adamı görünce bineğinden inip onu bindirdi. Tanıyanlar görmesin diye yüzünü gizledi ve kendisi de yaya olarak o kişiyi gideceği yere ulaştırdı ve ancak ondan sonra bineğine bindi.
Hatasını kabul etmekte ve kendini hatalı görmekte hiç tereddüt göstermezdi. Sadece kendi arkadaşlarından değil hatta avam takımından bile kendini üstün görmezdi.
Denilir ki; bitişiğinde oturan bir genç her çeşit kötülükleri işlerdi, ama haberi olmasına rağmen Hz. Hâce Bâkibillâh buna sabrederdi. Bir keresinde müridi Hâce HüsamedcKn Dehlevî devlet görevlilerine o genci şikâyet etti. Onlar da onu yakalayıp hapsettiler. Şeyh bunu öğrendiğinde müridine kızdı ve onu azarladı. Müridi: "Hazret, o büyük bir günahkârdır" deyince Hâce Bâkibillâh derin bir ah çekti ve şöyle buyurdu: "Evet, sizler çok ehl-i takva ve düzgün kimseler olduğunuz için onun günahlarını, hatalarını anladım z. Ama biz kendimizi ondan daha iyi bilmediğimizden dolayı kendimizi bırakıp yetkililere onu şikâyet etmeye gitmedik." Sonra onun çabasıyla idareciler o genci serbest bıraktılar. O da tövbe ederek iyi insanlardan oldu.
Herhangi bir müridi yanlış bir harekette bulunursa o konuda: Bu, ancak benim dolaylı yoldan ortaya çıkan hatamdır, derdi. İbadetler ve muamelelerde tedbirli davranma yönünü tercih ederdi. Bu bakımdan başlan-gıçta imamın arkasında Fatiha sûresini okurdu. Çünkü bu konuda pek çok hadisler ve kuvvetli deliller vardır.
Bu birkaç örnek onun üstün meziyetlerinin ve faziletlerinin basit bir bölümü, onun güzellikleri denizinin bir tek damlasıdır. Bu bakımdan kısa bir süre içinde ondan ne kadar insana manevî feyz ulaştığına bakılır. Bunun Hindistan'la ilgisine gelince, bu mübarek tarikat kolu onun vasıtasıyla gelişme elde etti. Ondan önce Hindistan'da hiç kimse bu tarikatı bilmezdi.
Burhanpurlu Şeyh Muhammed b. Fazlullah diyor ki: Vaaz, nasihat ve irşadda bir benzeri yoktu. İşte o bakımdan, tamamı 3-4 senelik bir süre içindeki irşâdları ile dünyaya ışık saldı. Bunun geniş açıklaması Molla Haşim Kışmî'nin Zübdetü'l-Makâmât' mda vardır. Topu topu 40 senelik bir ömür yaşadı ve Hindistan'a geldikten sonra tamamı, dört sene tutan bir ömrü kaldı. Bu kısa süre içinde onun arkadaşlarının, mürid-lerinin manevî ilerlemeleri en yüksek noktaya ulaştı. O derecede ki, o eski tarikatların izlerini sildi ve Nakşibendî tarikatı[14] bütün tarikatlara üstün geldi.
Muhammed b. Fazlullah Muhibbi, Hülâsatü'l-Eser adlı kitabında şöyle yazmaktadır:
"Şeyh Hâce Bâkibillâh Hazretleri Allah'ın bir işareti, ışığı olup ilâhî sırrın, zahir ve bâtın ilminin ve tasarrufların sahibiydi. Sessiz yapılı, alçakgönüllü ve öyle. güzel ahlâklıydı ki, insanlar arasında kendini zerre ka- :î dar bile üstün tutmazdı. Hatta dostlarını ve müridleri-ni bile kendisine hürmet için ayağa kalkmaktan mene-; der, normal bir intisabı telkin ederdi." .
Muhibbi diyor ki: Hâce Hazretlerinden büyük tasarruflar, kerametler görüldü. Kime nazar ederse veya kim tarikatına girerse, daha önce bu yolla hiçbir ilgisi olmamışsa bile nefsini öldürme, benlikleri yok etme hali üstün gelirdi. İnsanlar onun kapısında sarhoşlar gibi kendinden geçerek yere yığılırdı. Bazı insanlara daha ilk sırada manevî cezbenin sonucu olan (gözle görülmeyen) melekût âlemi açılır, gözleri önüne serilirdi. Mü-ridleri arasında Müceddidiyye yolunun önderi, kurucusu olan İmam-ı Rabbani, Sembhelli Şeyh Taceddin b. Sultan Osmanî, Bedahşanh Şeyh Hüsameddin b. Şeyh Nizameddin, Delhili Şeyh îlâhdâd gibi üstün değerli mürşidler ve halkın saygı duyduğu büyükler vardı.
Eserleri arasında eşine az rastlanan risaleler, çok değerli mektuplar ve şiirler vardır. Bunlar arasında Silsile el~Ahrâr kitabı vardır ki, bu eserinde Farsça olarak kendisine ait olan Allah'ın marifeti hakkındaki rubailerini açıklamıştır. 14 Cemaziyeluhrâ 1014 Çarşamba günü, yaşı 40 sene 4 aya varmışken Delhi'de vefat etti. Mezarı batı Delhi'de peygamber ayağının (izinin bulunduğu taşın korunduğu yerin) yakınında olup herkesin ziyaret ettiği bir yerdir. [15]
İmam-ı Rabbânî'nin Biati ve Kemale Ulaşması:
İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elfisâni Hazretleri, Hâce Bâkibillâh Hazretlerinin huzuruna geldi. Sanki o, oturmuş kendisini bekliyormuş büyük bir şefkat ve sevgiyle kabul buyurdu, yanma aldı. Hâce Bâki-billâh Hazretleri çok utangaç ve durgun yapıda biri idi. Hiç kimseyi kendisi kendi tarafına çevirmezdi. (Hiç kimseyi kendine mürid olmaya teşvik etmezdi.) Fakat burada durum başkaydı. İsteyenin kendisi istenendi. (Mürid olmayı isteyen İmam-ı Rabbânî, Hz. Hâce tarafından beklenen ve istenen bir kişiydi.)
Allah; Hâce Hazretleri vasıtasıyla İmam-ı Rabbâ-nî'yi manevî ve ruhî kemale erdirerek, o devirde Nakşibendî tarikatının taşıdığı bu özel intisabı bahşederek yeni bir tür ve yepyeni bir tarzda dini yeniletmek, tarikatı şeriata bağlatmak, tarikat kademelerini katettir-mek ve araçlardan amaçlara, vasıtalardan hedeflere ulaştırmak istemişti. Hâce Hazretleri âdetinin tersine İmam-ı Rabbânî'ye şöyle buyurdu: "Bir ay, bir hafta bile olsa bir kaç gün bize misafir olunuz."
Hazreti Hâce Bâkibillâh Hindistan'a gelmeye karar verince istihare yapmıştı. İstihare sonunda gördüğü rüyada; çok tatlı sözler söyleyen güzel bir papağanın gelip eline konduğunu, Hâce Hazretleri ise kendi ağzındaki tükrüğü onun ağzına aktardığını, papağanın da ibiğiyle onun ağzına şeker vermekte olduğunu gördü. Hâce Hazretleri kendi mürşidi Hâce Emkenekî'ye bu olayı anlatınca o şöyle cevap verdi: "Papağan Hindistan'a özgü bir hayvandır. Hindistan'da senin terbiyen altında öyle bir kimse yetişecek ki ondan bir dünya aydınlanacak ve sana da bundan bir pay nasib olacak."
İmam-ı Rabbânî'nin artık bu buyruğa hayır demeye, olumsuz cevap vermeye imkânı var mıydı? Çünkü onun içinde de aslında yol gösteren birini bulma ve Ölümsüzlük çeşmesine ulaşma arzusu vardı. Bu daveti o kabul etti. Git gide bu kalış 1 ay 2 haftaya ulaştı. Sohbetler sırasında Nakşibendî tarikatına intisab arzusu onu öyle sardı ki, sonunda Hâce Hazretlerinden kendisini müridliğe kabul etmesini istedi. O da hiç düşünmeden kabul buyurdu ve uzlete geçerek kalpten zikir yapmayı telkin etti. Hâce Hazretlerinin nazar ve teveccühü ile o anda kalbin zikri harekete geçti. Her geçen gün, hatta her geçen saniye bu zikirden sürekli artan müthiş bir zevk, muazzam bir tad almaya başladı. Hâce Hazretleri bu durumları ve bu şimşek misali manevî ilerleyişi görünce, rüyasında gördüğü tatlı dilli papağanın işte bu kimse olduğunu anladı. Onun tatlı dilinden, güzel sözlerinden Hindistan bağında hatta bütün İslâm bağında yeni bir bahar geleceğini gördü.
Muhammed îkbâl'in deyişiyle; şiir:
"Uyanık bir Allah eri bütün bir dünyayı bambaşka hale getirdi."
Bu iki, iki buçuk aylık zaman içinde İmam-ı Rab-bânî Hazretlerinin eriştiği manevî yükselişleri, ruhî keyfiyetleri ve katettiği Allah yolundaki merhaleleri açıklamak ve kelimelerle onları anlamak veya anlatmak mümkün değildir[16]
Bundan sonra İmam-ı Rabbânî Hazretleri Ser-* hend'e döndü. Bu ilk seferinde Hâce Hazretleri, "Nak-I şibendîliğe tam olarak intisab ettin ve her geçen güri manevî terakki edişin ümit edilmektedir" müjdesini verdi. İkinci sefer Delhi'ye geldiğinde halifelik hırkası! bahşedip Allah yolunu arzu edenlere tarikatı öğretme irşad ve ders verme izni verdi. Aynı zamanda doğrudan kendine irtibatlı müridlerini, tarikatı öğrenmeleri için ona havale etti.
Bundan sonra İmam-ı Rabbânî Hazretleri üçüncü ve son defa Hâce Hazretlerinin huzuruna geldi. Hâce; Hazretleri uzunca bir mesafe yürüyerek onu karşıladı! ve büyük müjdeler verdi. Sohbet halkasının en başmal onu oturttu. Müridi erin e, "O varken hiç kimse bana yö-! nelmesin" buyurdu. Uğurlarken şöyle dedi:
"—Artık çok zayıfladığımı hissediyorum. Yaşama! ümidim çok azdır."
O anda süt emen iki oğlu Hâce Ubeydullah'a ve Hâce Abdullah'a kendi huzurunda teveccüh ettirdi vq dedi ki:
"— Bunların annesine de uzaktan teveccüh ediniz."
Nitekim o teveccüh^etti, teveccühünün etkisi de o anda görüldü[17]
Hâce Hazretlerinin Ağzından İmam-ı Rabbânî'nin Büyüklüğüne Tanıklık:
Hâce Bâkibülâh Hazretleri, İmam-ı Rabbânî'nin bu intisabından sonra bir dostuna gönderdiği mektupta şöyle yazmaktadır:
"Serhend halkından çok bilgili, sağlam amelli bir büyük kişi olan Şeyh Ahmed bu fakirle birlikte birkaç gün oturup kalkmıştır. Bu fakir onun harikulade mezi- ı yetlerini, insanı şaşırtan olgunluklarını ve güzel evsafını bizzat görmüştür. Onun bir dünyayı aydınlatacak olan bir lamba, bir ışık olması ümid edilir. Onun kusursuz, olgun ahvaline benim kesin güvenim vardır."
İmam-ı Rabbânî'nin, kendisi de daha ilk görüşmedeki telkin ve teveccühünden sonra bu yolun en yüksek basamaklarına kadar ulaşacağına inandı. Bununla birlikte bir takım eksikliklerini de gönlünde hissediyordu. Şu şiir ağzından düşmüyordu:
"Senden çıkıp gönlümü kaplayan bu nurla,
Sonunda seni bulacağıma kesinlikle inanıyorum."
Bu manevî ilerlemeleriyle ve ilmî, amelî üstünlük-leriyle birlikte İmam-ı Rabbânî Hazretleri kendi şeyhine, mürşidine son derece saygı duyar, edep gösterirdi. Ne zaman mürşidi onu çağırsa yüzünün rengi değişir, vücudu sarsılırdı. Diğer taraftan mürşidinin ona karşı tutumu öyle bir hal aldı ki, çok az bir mürşid müridine öyle davranmış olabilir. Bir keresinde şöyle buyurdu:
"Şeyh Ahmed âfitabest ki misli mâ hezârân seyyâregân der zımn-ı îşân gümend."
Şeyh Ahmed öyle bir güneştir ki onun ışığında bizim gibi binlerce yıldız kaybolmuştur.[18]
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ÖNEMLİ OLAYLAR, İRŞAD VE FAALİYETİ VE VEFATI
SERHEND HAYATI
İmam-ı Rabbani bu feyz alıştan ve tarikatta kemal buluşundan sonra Serhend'de bir köşeye çekilmeyi yeğledi. Bir süre manevî terbiye almak isteyenlerden uzak durdu. Kendi şahsında yetersizliğini şiddetle hissediyordu. Fakat manevî terakkisi hızla sürüyordu. Manevî yapısı, ruhî isteği daha çok yükselmeye doğruydu.Öyle bir durumda müridlerin yetiştirilmesi, öğretim ve terbiyesi ile uğraşmak zordu. Onun manevî yönelişi yükseklere doğru tırmanırken müridleri yetiştirmesi için aşağı iniş gereklidir. Bu ise şu ana kadar hiç olmamıştır. Bir mektubunda şöyle yazıyor:
"(O durumda) kendi eksikliğimi iyice anladım. Etrafıma toplanan müridlerin hepsini yanıma çağırarak onlara eksikliğimi, yetersizliğimi anlattım ve hepsine izin verdim. Fakat müridler bunu nefsi kırmam için yaptığımı zannederek kanaatlerinden, düşüncelerinden vazgeçmediler. Bir süre sonra Allah Teâlâ habibi Hz. Muhammed (s.a) yüzü suyu hürmetine beklenen durumları bahşetti."[19]
Sonunda feyzinin her tarafa yayılması ve müridleri yetiştirme, onları irşad etme işine başlama zamanı geldi. İmam-ı Rabbânî Hazretleri kendi durumunu, mü-ridlerinin ve tarikat ihvanının manevî terakkilerinin geniş izahını sürekli olarak mürşidine yazdı. Öyle müjdeler, rüyalar ve keyfiyetler görüldü ki bunlardan dolayı Allah Teâlâ'nın kendisine büyük işler baş arta cağına, kendisinin dine muazzam ve muhteşem bir hizmet vereceğine inandı[20]
Üçüncü defaki buluşmasından sonra artık İmam-ı Rabbaninin Hz. Hâce ile görüşmesi nasip olmadı. [21]
Lahor Yolculuğu:
Müceddid-i Elfisâni Hazretleri bir süre Serhend'de kaldıktan sonra mürşidinin işaret ve emri üzerine La-hor'a gitmeye karar verdi. Lahor o günlerde Delhi'den sonra Hindistan'ın ikinci dinî ve ilmî merkeziydi. Orada pek çok âlimler, mürşidler bulunuyordu. Bunların bir çoğu İmam-ı Rabbânî'nin gelişini haber alarak hararetle onu karşıladılar, büyük bir sevgi ve saygı gösterdiler. Daha sonra İmam-ı Rabbânî'nin en büyük halifelerinden olan Mevlânâ Tâhir Lahorî, Mevlânâ Hâce Muhammed Cemaleddin Telvî ona intisab ederek mü-ridleri arasına girdiler. Zikir halkası ve sohbet meclisleri hararetle sürdü.
îmam-ı Rabbânî henüz Lahorda bulunuyordu ki, Hâce Bâkibillâh Hazretlerinin âhirete göçtüğü haberi geldi. Bu haber İmam-ı Rabbânî'ye çok büyük etki yaptı. Mecburi bir durum ortaya çıktığı için Delhi'ye doğru hemen yolculuğuna devam etti. Memleketi olan Ser-hend şehri, yolunun üzerinde bulunmasına rağmen evi-' ne uğramadı, önce şeyhi ve mürşidinin mezarına ulaştı, orayı ziyaret etti; arkasından mürşidinin oğullarına ve tarikat ihvanına taziyette bulunup, başsağlığı diledi. Onların isteği üzerine gönüllerini yapmak için birkaç gün Delhi'de kaldı. Hâce Bâkibillâh Hazretlerinin ölümü üzerine uyuşmuş olan irşad ve terbiye meclisleri tekrar şenlendi, yaralı ve kederli gönüller yeniden açılıp tazelendi.
Birkaç gün Delhi'de kaldıktan sonra Serhend'e geldi. Daha sonra sadece bir kere Delhi'ye ve iki kere Agra'ya gitme fırsatı oldu. Ömrünün sonunda üç sene boyunca padişah ordusuyla birlikte (ileride anlatılacak olan) bazı şehirlere, bölgelere uğradı. Bu sırada oraların istekli kişileri onun sohbet ve irşadlanndan faydalandılar. [22]
TEBLİĞ VE İRŞAD ÇALIŞMALARI
H. 1026 yılında İmam-ı Rabbânî Hazretleri, pek çok halifesini tebliğ ve irşad yapmaları için değişik bölgelere gönderdi.Mevlânâ Muhammed Kasını başkanlığında 70 kişiyi Türkistan tarafına gönderdi. Mevlânâ Ferruh Hüseyin'i başlarına emir yaparak kırk kişiyi Arabistan, Yemen, Suriye ve Anadolu tarafına yolladı. Eğitim görmüş, yetişkin 10 kişiyi, Kâbüli Mevlânâ Muhammed Sadık idaresi altında Kâşgar'a doğru; 30 kişiyi de Mevlânâ Şeyh Ahmed Berkinin başkanlığında Türkistan, Bedahşan, Horasan'a doğru yolladı. Bu kişiler gittikleri yerlerde büyük başarılar elde ettiler ve Allah kulları onlardan faydalar sağladılar[23]
Çevrelerinde kendilerine çok büyük saygı duyulan, üstün şahsiyet oldukları gözüyle bakılan pekçok ünlü, değerli âlimler ve mürşidler; yolculuğun pek çok sıkıntılarını aşarak Serhend'e geldiler. İmam-ı Rabbâniye bîat edip ondan faydalanma şerefine ulaştılar.
Bunlar arasında Bedahşan sultanının kendisine çok güvendiği Şeyh Tahir Bedahşî, Tâlikan'm en değerli âlimi Şeyh Abdülhak Şadmanî, Mevlânâ Salih Kûlabî, Şeyh Ahmed Bersî, Mevlânâ Yâr Muhammed ve Mevlânâ Yusuf özellikle anılmaya değer kişilerdir.
İmam-ı Rabbânî bu büyük kişilerin çoğuna halifelik ve icazet vererek davet ve irşad için kendi bölgelerine geri gönderdi[24]
Halifelerini davet ve irşad yapmak üzere Hindistan'ın da değişik yerlerine gönderdi. Hâce Mîr Muhammed Numan'a halifelik bahşederek Dekken'e gönderdi. Yüzlerce atlı ve sayısız yaya insanlar zikir ve murakabe için onun tekkesine gelirdi.
Şeyh Bedîuddin Sehrenpûri'ye halifelik lütfederek önce Sehrenpûr'a, sonra hükümdar ordusunun kışlası olan Agra'ya gitmekle görevlendirdi. Orada büyük bir ilgi gördü. Pek çok devlet yetkilisi onun halkasına katıldı. Ordunun binlerce ferdi ona mürid oldu. Her gün o kadar insan akın halinde geliyordu ki, yüksek makam sahibi devlet yetkilileri şeyhi ziyaret etmek için çok zor fırsat bulabiliyorlardı.
Daha Önce Hâce Bâkibülâh Hazretlerinin halifesi olan Mîr Muhammed Numan Keşmî'nin icazetini ve biatim yenileme lütfunda bulunarak Burhanpûr şehrine gönderdi. Orada pekçok kişinin başvurduğu kimse haline geldi, insanların ahvali tamamen değişip düzeldi.
Lahorlu Şeyh Tâhir'i Hindistan'ın ikinci ilmî ve siyasî merkezi olan Lahor şehrinin marifet talebelerine (Allah yoluna girip ilâhî sırları Öğrenmek isteyenlere) yol göstermek için yolladı. Bu zat aracılığı ile o diyara büyük feyz ve bereket erişti.
Patnalı Şeyh Nûr Muhammed'e icazet bahşederek Patna şehrine gönderdi. Onun vasıtasıyla da o çevrede irşad ve dinî bilgilerin öğretilmesi çizgisi sürdürüldü.
Bengalli Şeyh Hamid'e tarikat merhalelerini katet-tirerek tarikat ve Öğretme icazeti verip Bengal'e yolladı.
Bedahşanlı Şeyh Tâhir'i yanında yetiştirip eriştirdikten sonra tarikat ve öğretme icazeti vererek Conpûr şehrine gönderdi.
Mevlânâ Ahmed Berki öğretme ve eğitim izini aldıktan sonra Berk şehrine vararak irşad ve manevî eğitimle meşgul oldu ve mektuplar yazarak müridlerin ahvalini İmam-ı Rabbânî Hazretlerine sürekli bildirdi.
Şeyh Abdülhay, Hisar-ı Şâdman (Isfahan bölgesinde bir yer) halkındandı. İmam-ı Rabbânî'nin Mek-tubât' mın ikinci defterini o düzene koymuştur. İmam-ı Rabbânî ona tarikat ve öğretim icazeti vererek Patna şehrine gönderdi. Şeyh Abdülhay şehrin ortasında tarikat susuzluklarını söndürüyordu.
Şeyh Nûr Muhammed ise Ganj nehri kenarında irşad ve manevî terbiye çeşmesini açmış bulunuyordu. Şeyh Hasan Berkî de kendi memleketinde sünneti ve tarikatı yaymakla görevlendirilmişti. Mangpûrlu Sey-yid Muhibbullah'a halifelik vererek Mangpûr'a gönder-di.Daha sonra o İmam-ı Rabbânî'nin izniyle îlâhâbad şehrine geçti. Şeyh Kerîmuddin Baba Hasan Abdâlî özel teveccühlere mazhar olarak memleketine döndü[25]
H. 1027 yılı henüz sona ermemişti ki Müceddid-i Elfisâni İmam-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Farûkî Serhen-dî'nin büyük şahsiyeti, irşad gücü ve manevî terbiyesinin şöhreti Hindistan'ın dışına taştı. Halk gruplar halinde ziyaret ve istifade için gelmeye başladı.
İmam-ı Rabbânî'nin Mâverâünnehir, Bedahşan, Kabil ve diğer Acem ülkelerinin pek çok şehrinde halifeleri vardı. Arap ülkelerine kadar onun namı ulaşmıştı. Hindistan'da onun bir vekilinin ve Allah'a çağırmakla görevlendirdiği kişinin bulunmadığı şehir görmek çok zordu. [26]
Dönemin Sultanı Cihangir'in Tutumu:
H. 1014 yılında Celâleddin Ekber Şah öldü ve Nu-reddin Cihangir imparatorluk tahtına oturdu. Ekber döneminde İslâm'a ve müslümanlara yeryüzünün dar gelmesi; müslüman fatihlerin kanımn, İslâm hizmetçilerinin, ıslahatçılarının, yiğitlerinin, maneviyat erbabının ve gönül ehli kimselerin seher vakti döktükleri gözyaşlarının suladığı, verimli kılıp meyve verir hale getirdikleri bu geniş topraklarda (Hindistan'da) İslâm'ın kökünün kazınmak istenmesi ve bunun planlı bir şekilde devlet gücüyle yürütülmesi İmam-ı Rabbânî'nin dertli gönlünde ve kıskanç İslâm duygusunda derin yaralar açtı.
Bunlar onu huzursuz etmeye yeterliydi, ama biraz kendi halini olgunlaştırmaya ve manevî yeteneklerini geliştirmeye çalıştığından dolayı, biraz da bu Padişah Ekber fitnesinin daha başlangıç döneminde olup henüz ele geçer, elle tutulur hale gelmediğinden dolayı İmam-ı Rabbânî yenileme ve ıslahat faaliyetine bütün hızıyla başlamadı. Başlamışsa bile tarihlerde, bu konuda fazla açık bilgi yoktur.
Ancak, Hanlar Hanı Seyyid Sadr-ı Cihan ve Murtaza Han vs. aracılığıyla hükümdara nasihat yollu ha-, berler gönderdiği, bu kişilerin hükümdara yakın oldukları, Sultanın onlara güven beslediği ve İmam-ı Rabbânî Hazretlerine saygının onların gönlünde yer ettiği anlaşılmaktadır.
Cihangir ise, İslâm'a karşı sadece nefreti olmayan biri değil, hatta bir anlamda orta yoldan giden, sade inanışlı bir kimseydi. Onda yeni bir din ve sistem ortaya kovma hevesi, isteği de yoktu. O haşmetli dedesinin gösterdiği yoldan yürüyordu.
Şiir:
"Ey Babür! Yaşamana bak ki bu dünyaya bir defa daha gelmeyeceksin."[27]
îmam-ı Rabbani Hazretleri hükümdarın bu sade tabiatından faydalanarak önceki dönemde ortaya çıkan kötü etkileri ve gidişi yok etmeye karar verdi. Bunun geniş izahı ileride ayrı bir bolüm olarak gelecektir.
Fakat Müceddid-i Elfîsâni Hazretleri, inkılapçı faaliyetine başlamadan önce; çeşitli açılardan dolayı dönemin yenileme ve ıslahat tarihinin kendi hayatının en Önemli bir olayı olan Govalyar kalesine hapsedilişi hâdisesi ortaya çıkmıştır.
Bazı tarih ve tezkire kitaplarında anlatıldığına göre; îmam-ı Rabbaninin Mektubâf mm en ince meseleleri konu alan bölümleri Cihangir'e sunuldu. Bunları anlamak ise tasavvuf terimlerini, inceliklerini ve yazarlarının amaç ve düşüncesini tanımaya bağlıdır. Bunlar aslında zorluklan aşma sonucu elde edilen keşifler ve ilhamlar olup müridin zikir ettiği ve ebedî âlevermesi de gereklidir[28]
Anlayış düzeyinin çok üstünde olan bu konularda Cihangir'in hiçbir bilgisi yoktu. Keşif, vakıa, ubûr ve istikrar arasındaki farkları bilinmeyen saf ve sâde inanışlı bir müslümanı şüpheye, tereddüte düşürecek bütün unsurlar vardır. Bu bakımdan Cihangir o konularda şaşkınlığını, hayretini belirterek bunları genel müs-lümanların ve ehl-i sünnet mü si umanlarının benimsenmiş inanışlarına aykırı buldu ve onları bir iddia ve kendini beğenmişliğin sonucu ileri atılan fantazi görüşler kabul etti. Kendi yazdığı Tüzük' ünde bu olaydan bahsettiği bölümde onun hayreti, şaşkınlığı açıkça görülmektedir. İmam-ı Rabbânî Hazretlerinden o; çok yakışıksız biçimde ve bir ölçüde hakaretâmiz tarzda bahsetmektedir. Bu kayıtlarından onun İmara-ı Rabbani1 nin mertebe ve değerinden tamamen habersiz olduğu anlaşılın aktadır. Bu ifadelerden; müslümanlarm genel inançlarından öte hiçbir şey bilmeyen ve kendini onların koruyucusu ve hâmisi kabul eden bir Türk-Mo-ğol hükümdarının kalemiyle rastgele fikirler beyan ettiği sonucuna varılmaktadır.
Şeyh Bedîuddin Sehrenpûrî'nin ordu içinde elde ettiği saygınlığı ve devlet ileri gelenlerinin onun yanma sıkça gidip gelmeye başlamalarım da insanlar şişirerek Sultana ulaştırdılar. Bundan tehlike meydana geleceğini belirttiler. Hatta îmam-ı Rabbânî'nin, Şeyh Bedîuddin vasıtasıyla orduyla işbirliği yaptığım, isyan planları hazırladığını söylediler.
Bu konuda Şeyh Bedîuddin de duygularmdaki cezbe ve heyecandan ötürü bazı tedbirsizlikler yaptı. Kendinden çıkan bazı keramet ve keşifleri, "İnsanlara akıl . ve yetenekleri ölçüsüne göre konuşun" hadis-i şerifinde tavsiye edilen ölçüye göre hareket etmeyerek anlatıyordu. Onun bu anlattıkları ise; "Seçkin insanların da genel halk gibi (havas da avam gibi), genel halkın ise hayvanlar gibi" tabirine uyan kimselerin anlayış ve kavrayışının çok üstünde olan şeylerdi, dedikodudan öteye geçmiyordu. Bunların tepkisi İmam-ı Rabbâniye kadar ulaşmıştı.
Cihangir bu maneviyat âleminden tamamen habersizdi. Sarayda onun kulağını dolduranlar da vardı.
İranlı bir grubun Hindistan'a gelerek saraya etki yapmasından, Padişah ve çevresini tamamen etki altına almasından sonra müslüman toplumunda yayılıp giden şiîlik inançlarına ve ortaya çıkan uygulamalara İmam-ı Rabbânî Hazretleri savaş açıp ehl-i sünnet inançlarını açıkça ilan etmeye başlamasından dolayı; eğer saraydaki etkili İranlı grup yukarıdaki olaydan faydalanmak istemişse şaşmamalıdır. Meseleye siyasî renk verildikten sonra önemi daha da arttı ve Cihangir bu konuda harekete geçmeye karar verdi.
Bu; Müceddid-i Elfisâni Hazretlerinin irşad ve ıslah güneşinin en yüksek noktaya ulaştığı; faaliyetlerinin, uğraşlarının ve bunlarla birlikte ününün, sevgisinin zirveye ulaştığı bir zamandı. Belki bu olayda da Allah'ın; onun şanını yükseltme, en güçlü döneminde onu bu sıkıntılara ve bu imtihanlara sokarak kulluk makamlarını katettirme, âdet olarak bu imtihanlar ve gayretler olmadan manevi yücelmenin üstün mertebesine ulaşılamama hikmet-i ilâhîsi vardı. [29]
GOVALYAR KALESİNE HAPSEDİLİŞİNİN SEBEPLERİ
Tarih ve tezkire kitaplarının hepsinde, hapsedilişi-nin ve Govalyar kalesinde göz altında tutuluşunun sebebi; İmam-ı Rabbânî'nin kendi şeyhi ve mürşidine yazdığı o özel mektubunda belirttiği hassas konular, keşifler ve manevî gelişme çizgisinin o ince noktaları olduğu gösterilmiştir.
Halbuki İmam-ı Rabbânî; işte bu anlattıklarından dolayı ümmetin büyüklerinin pek çoğundan daha yüksek bir mertebeye çıkmıştır. Fakat bu satırların yazarı (ben), İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin karşılaştığı bu musibetin sadece bu yanlış anlamadan doğduğunda çok şüphelidir.
Bunun sebebinin, Cihangir'in dinî gayreti ve ehl-i sünnet topluluğunun inançlarını ve yerleşmiş görüşlerini korumak olduğundan veya saray âlimlerinin yahut o devrin saygıdeğer âlimlerinin, mürşidlerinin ısrarlı şikâyetleri ve cezalandırma istekleri olduğundan da şüpheliyiz.
Cihangir hiçbir zaman bu dinî yapıda bir insan değildi. Dinî duygusunun ve anlayış kapasitesinin üstünde, devlet ve siyaset işleriyle hiçbir ilgisi olmayan bir meselede Cihangir, binlerce insanın sevgi ve saygısının merkezi haline gelen böyle yüksek seviyeli bir din ulusu kişiye bu şekilde şiddetli davranacak kadar hiçbir zaman atak ve hassas olmamıştı.
Daha önce babası ve dedesi zamanında Govalyarlı Şeyh Muhammed Gavs, miraca çıktığını iddia etmiş, bundan dolayı da âlimler ortamında büyük gürültü kopmuştu [30] Âlimlerin bu kişinin cezalandırılması gerektiği üzerindeki fetvalarına rağmen ne Hümâyun ne de Ekber Şah buna karşı harekete geçmişlerdi. Cihangir'in kendi devrinde pek çok şeyh; Vahdet-i Vücutçuluğun en son sınırı olan "ayniyet" (herşeyin Allah'ın aynı olduğu) ve "müsavat" (herşeyin Allah ile eşdeğer olduğu) noktasına gelmişler ve bunu açıkça söylüyorlardı. Şeyh Muhibbullah îlâhâbadî[31] Arapça et-Tesviye kitabını yazdı. Sonra Farsça olarak bunun şerhini yaptı. Ama Cihangir o görüşlerin ve acayip sözlerin hiçbir jurnalini almamış, ondan hiç haberi olmamıştı. Şu da göz önünde bulundurulmalıdır ki, üzerinde tartışma yapılan (11 sayılı) mektup Hâce Bâkibillâh Hazretleri adına H. 1012 yılında yazılmıştır. Tutuklanma ise 16 yıl sonra H. 1028 yılında ortaya çıkmıştır.
Bu satırların yaz arma göre bunun asıl sebebi şu idi: İmam-ı Rabbânî'nin devlet ileri gelenleri ve sarayın üst düzeyindeki kişileri ile özel ilişkileri olmuştu. Onların da İmam-ı Rabbâniye derin saygısı vardı. Bunlar ise, kendi babasına karşı isyan bayrağını kaldıran ve oğullarına karşı zor kullanarak İmparatorluk tahtına oturan böyle zeki bir hükümdar için şüphe uyandırmaya yeterliydi. Müceddid-i Elfisâni Hazretlerinin durumu düzeltme ve devleti İslâmı korumaya yöneltmesi ve dinî gayreti, İslâm duygusunu geliştirme yolunda devlet ileri gelenlerine yazdığı o etkili ve coşturucu mektuplardan da haber almış olabilir. O devlet görevlilerinden ve İmparatorluk ileri gelenlerinden kendilerine mektup yazdıkları arasında Hân-ı Âzam Mirza Azî-züddin, Hân-ı Cihan Hân Lûdhî, Hanlar Hanı Mirza Abdürrahim, Mirza Dârâb, Kılıç Han ve diğerleri vardı.
Moğol hükümdarları; halkın mürşidlere karşı duyduğu aşırı saygıdan, herkesin onlara ilgi göstermesinden, onların etrafında insanların pervane gibi toplanmasından daima korkmuşlardır.
İmam-ı Rabbaninin büyük halifesi Bennûrlu Sey-yid Âdem Hazretlerinin başına gelenler de bu yüzden ileri gelmişti. H. 1052 yılında Lahor şehrine gittiğinde yanında onbin kişilik şeyh, sâdat (Hz. Peygamber soyundan gelenler) ve çeşitli tabakadan inanan kimseler bulunuyordu. O sırada Şah Cihan Lahor'da- idi. Bu olaydan tehlike hissetti ve öyle bir takım zorluklar ortaya çıkardı, öyle birtakım işler çevirdi ki sonunda Sey-yid Âdem Hazretleri Hindistan'a veda ederek Mekke'ye göç etti.
Belki de bu yüzdendir ki Cihangir, Müceddid-i Elfî-sâni'nin tutukluluğuna son verdikten sonra uzun bir süre onu kendi ordusu içinde seferlere götürmüş, onun devlet ileri gelenleriyle ilişkisinin türünü (iyi niyetini) öğreninceye kadar yanından ayırmamıştı. Zamanla o-nun, kendi saltanat ve iktidarı için bir tehlike meydana getirmediğine ve hiçbir karşıt grubun veya ihtilâle teşebbüs etmeye cesaret taşıyan ya da devleti ele geçirme şansını kullanmak isteyenin onu âlet ederek faydalanamayacağına kesin kanaat getirdi.
İmam-ı Rabbânî'nin Allah için samimi, lekesiz, hiç-, bir menfaat amacı olmayan yüksek mertebesini müşa-hade ettikten sonra onun dünya makamını, zevk ve safasını, devlet haşmet ve azametini çer çöp değerinde bile kabul etmediğini kendi gözleriyle bizzat gördükten sonra onun Serhend'de serbestçe oturmasına izin verdi. [32]
Govalyar Kalesinde:
Cihangir, İmam-ı Rabbânî'nin kesin olarak kendi yanına gönderilmesini istedi. Hangi yolla olabüiyorsa olsun, onu kendine göndermesini Serhend valisinden ısrarla istedi. İmam-ı Rabbânî, o anda yanında bulunan beş müridini de alarak yola çıktı. Hükümdar onun gelmekte olduğunu haber alınca karşılamaları için devlet ileri gelenlerini gönderdi. Sarayının yanma bir otağ kurdurdu. Görüşmek üzere kendisini saraya davet etti.
îmam-ı Rabbânî, Padişah huzuruna (eyvana) girerken şeriata aykırı olan saray âdabını yerine getirmedi. Saray erkânından olan Allah'tan korkmaz birisi, Hükümdarın dikkatim çekerek: "Haşmetpenâh! Şeyh, saltanat âdabına, saray merasimine uymadı" dedi. Hükümdar bunun sebebini sorunca İmam-ı Rabbânî Hazretleri: "Ben bugüne kadar Allah ve Rasûlü'nün bildirdiği âdab ve emirlere bağlı kaldım. Onun dışında hiçbir âdab ve merasim bana gelmez" dedi. Hükümdar kızarak: "Secde et!" dedi [33] Bunun üzerine îmam-ı Rabbânî: "Ben Allah'tan başka hiç kimseye ne secde ettim ne de ederim" dedi. Hükümdar bunun üzerine öfkelendi ve Govalyar kalesine hapsedilmesini emretti.
Bu olaydan önce İmam-ı Rabbâniye gönülden bağlı olan, ona saygı duyan (Şehzade) Şah Cihan; büyük âlim Efdal Han'ı ve müftü Hâce Abdurrahman'ı bazı fıkıh kitapları ile birlikte İmam-ı Rabbânî'ye göndererek, saygı ve selâmlama secdesinin hükümdarlara yapılabileceğinin bildirildiğini, bunun caiz olduğunu ve, "Eğer secde ederseniz size hiçbir zaman zarar ve kötülük yapılmaya cağını ben şahsen garantiliyorum" diye haber gönderdi. Buna karşılık İmam-ı Rabbani, "Bu secdenin sadece olabileceğini, yapılmadığı takdirde daha iyi olacağını, Allah'tan başkasına secde yapılmamasının daha üstün olduğunu" bildirerek teklifi reddetti.
Bu üzücü tutuklanma olayı H. 1028 yılının Rebiül-evvel ayının bir gününde meydana geldi. Çünkü Cihangir bu olayı o ayın olayları arasında zikretmiştir. Hapsettikten sonra malı, mülkü, evi, kuyusu, bahçesi ve kitapları zapdedilmiş, yalanları da oradan başka bir yere göç ettirilmiştir[34]
Govalyar Zindanında Yusuf (a.s.) Sünneti:
Govalyar'da bu tutuklanma, Allah Teâlâ'mn pekçok hikmetlerinden biri ve dinî menfaatlerden dolayı idi. Aynı zamanda manevî ilerlemelerin, kendisine duyulan sevgi ve muhabbetin artmasını sağlamıştı.
Burada bu zindanın Yusuf u; Kenanlı Yusuf (Yusuf a.s) gibi hapis arkadaşları arasında bütün hararetiyle irşad ve tebliğ faaliyetini başlattı. Hapishanenin duvarları arkasından, "Ey hapishane arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyidir1? Yoksa kahredici olan bir tek Allah mı?" âyetini öyle bir yüksek sesle haykırdı ki kalenin duvarları, surları inledi ve onun sesi, nidası, haykırışı tâ dışarılardan duyuldu. Binlerce gayrimüslim tutuklunun onun davet ve tebliği, sohbetleri ve terbiyesinin feyiz ve bereketiyle müslüman olma şerefine kavuştukları ve yüzlerce tutuklunun sohbetine katılma ve ona mürid olma nimetini elde ederek üstün mertebelere ulaştıkları söylenmektedir. Dr. Arndold'un Preaching of İslam isimli kitabında şöyle denilmektedir:
"Hükümdar Cihangir (1605-1628) döneminde, Müceddid-i Elfısâni Şeyh Ahmed Serhendî adında sünnî bir âlim vardı. Şiilerin yanlış inançlarım reddetmede özel bir üne sahipti. O günlerde şiîler sarayda etkiliydiler. Bir bahane göstererek onu hapsettirdiler. İki sene hapiste kaldı. Bu süre içinde hapishane arkadaşlarından yüzlerce putperesti etrafına toplayarak Müslüman yaptı.[35]
Aynı şekilde, Din ve Ahlâk Ansiklopedisi (Encyclo-pedia of Religion and Ethics) de; İslâm'ın yayılışı konusunda şöyle yazmaktadır:
"Hindistan'da 17. asırda Şeyh Ahmed Müceddid adında, haksız yere hapsedilen bir âlim hakkında anlatıldığına göre; o hapishane arkadaşlarından yüzlerce putperesti müslüman yapmıştır."[36]
Tutukluluğu Sırasındaki Lütuflar ve Duyduğu Zevkler:
İmam-ı Rabbânî; Govalyar hapishane sindeki bu birkaç günlük misafirlikten dolayı kavuştuğu ilâhî nimetleri, kendisine nasip olan manevî terakkileri, gerçek tutukluluğun ve gerçek serbestliğin tadım, yalnızlık içinde iken elde ettiği insanlar arasında olma zevkini, özel müridlerine yazdığı mektuplarda Allah'ın nimetlerine şükür olarak büyük bir zevkle zikretmiştir. Mır Muhammed Numan adına Govalyar kalesinden gönderdiği uzun bir mektubunda şöyle yazmaktadır:
"Eğer Allah'ın bir lütfü olarak sürekli ilâhî feyizler ve manevî destekler gelmeseydi, onun sonsuz lütufîan ve keremleri peşpeşe zuhur etmeseydi de bu sıkıntı ve ızdırab yuvasında benim gibi kanadı kırık birine veril-meseydi mesele hemen hemen ümitsizlik noktasına ulaşır, ümit bağı kopardı. Tam bir musibet içinde bulunurken bana afiyet ve huzur veren, zulüm ve eziyet altında iken şeref bahşeden, darlık ve sıkıntıda iken bana ikram ve ihsanda bulunan, rahatlık ve felâkette iken şükretmeye muvaffak kılan, beni peygamberlere tâbi olanlardan, büyük velilerin izinden yürüyen ve âlimlere, salih kullara muhabbet duyanlar araşma sokan Allah'a hamd ederim. O Allah Teâlâ'nm rahmetleri ve bereketleri önce mübarek peygamberlerin üzerine insin, sonra da onlara uyanların üzerine insin."[37]
Hazretin hükümdar emriyle hapsedilmesinin haberi her tarafa yayılınca, bunun bin bir şekilde yorumlanmaya başladığı, insanların buna başka şeyler de katarak birtakım hayalî tahminlerde bulundukları, değişik fikirler ürettikleri anlaşılıyor. Müridleri, sevenleri tabii olarak bu hapsedilişten üzüntü duydular. Halkın bu tenkid ve kötülemesine, uydurma hayalî sözlerle kendisini karalamalarına işarette bulunarak bir başka dostu Şeyh Bedîüddin'e bu hapishaneden şöyle yazmaktadır:
"Fakir, bu kaleye getirilip hapsedilince ilk sıralarda, halkın kötüleme şimşeklerinin şehirlerden, köylerden şimşekli bulutlar gibi peşpeşe geleceğini ve benim meselemi alttan yükseklere doğru götürdüklerini hissediyorum. Senelerdir Cemal sıfatı eğitimiyle benim merhalelerim katettirildi. Şimdi ise Celâl sıfatı terbiyesi ile bana mesafeler katettirilmektedir. Bu bakımdan siz sabır mertebesinde hatta rıza mertebesinde bulununuz. Cemal ve Celâl sıfatlarını eşit biliniz."[38]
Şanlı evladlarına da hapishaneden daima sabır, tahammül, şükür ve razı olma tavsiyelerinde bulundu. Sürekli olarak Allah'a yönelme, ona dua ve niyazda bulunma, zikir ve Kur'an okuma, Allah'tan başkasını bırakıp kendilerine öğrenim ve kemal elde etme yolunda meşgul olmaları tavsiyelerinde bulundu.
Bazı rivayetlerden anlaşılıyor ki, İmam-ı Rabbâ-nî'nin bu yersiz tutuklanışı Hindistan'ın düzgün inançlı yetkilileri ve devlet idarecileri üzerinde de kötü etki yaptı. Bazı yerlerde olayların patlak vermesi işaretleri görüldü.[39] Hanlar Hanı Abdürrahim, Hân-ı Âzam, Seyyid Sadr-ı Cihan, Hân-ı Cihan Lûdhî ve diğerleri de Cihangir'in bu davranışından müteessirdiler. O dönem tarihinde bu olayların patlak verişine, bir takım hareketlerin görüldüğüne dair fazla bilgiler yoktur. Bu olayların İmam-ı Rabbaninin tutuklanışı ile ne kadar alâkalı olduğu isbatlı, belgeli olarak söylenemez.
Herşeye rağmen, ne sebepten olursa olsun[40] Hükümdar bu davranışlarından pişman oldu veya bu kadar süre tutukluluğu yeterli gördü. îmam-ı Rabbani ile görüşmeyi arzu ederek yanma davet etti. İmam-i Rabbânî tam bir sene Govalyar kalesinde kaldı. Böylece H. 1029 Cemaziyeluhrâ (Mayıs 1620) da serbest bırakılmış olmalıdır. [41]
PADİŞAHA VE ORDUSUNA REFAKAT EDİŞİ, BUNUN DİNÎ ETKİLERİ VE FAYDALARI
îmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elfîsâni Hazretleri büyük bir şeref ve vakarla kaleden çıktı. Üç gün Ser-hend'de kalarak Sultan ordusunun kışlasının bulunduğu Agra'ya gitti. Veliaht şehzade Hurrem ve başvezir onu karşıladılar. Fakat hükümdar, birkaç gün kışlamızda kalsın diye emir verdi. Kendileri bunu kabul etti. Bu birlikte kalış Hükümdara ve ordu mensuplarına çok faydalı oldu.
Cihangir, kendi Tüzük'ünde şöyle yazmaktadır: "Ben hıl'at ile bin rubye harçlık ikram ettim ve gitmesinde veya kalmasında serbest bıraktım. O bizimle birlikte bulunmayı tercih etti."
İmam-ı Rabbânî Hazretleri, orduya refakat edişi ve bunun faydaları ve bereketleri hakkında oğullarına şöyle yazmıştır: "Ordu içinde bu şekilde iradesiz ve nefsin isteklerinden kopup yaşamayı büyük ganimet sayıyorum ve bu sürenin bir saatini başka yerlerin pekçok saatinden çok daha iyi görüyorum."
Başka bir mektubunda şöyle yazıyor:
"Allah'a hamd olsun, seçkin kullarına selâm olsun. Buraların ahvali ve durumları hamd edilmeye lâyıktır. Çok tatlı enteresan sohbetler olmaktadır. Allah Teâ-lâ'mn lütuf ve keremiyle bu sohbetlerde ve konuşmalar sırasında bir kıl payı bile İslâm'ın temellerinden sapma
ve yağcılık yapma olmamaktadır. Allah'ın muvaffaki-yetiyle bu toplantılarda, kendi aramızda yaptığımız hususi toplantılarda ve herkese açık sohbetlerimizde an-latageldiğimiz şeyler anlatılmaktadır. Eğer buradaki bir sohbetimizin durumunu yazmak icab etseydi o zaman buna bir defter gerekirdi. "[42]
O sıralarda yapılmış olan ve Sultanın da hazır bulunduğu bir sohbet toplantısı hakkında diğer bir mektubunda şöyle yazmaktadır:
"Kıymetli oğullarımın değerli mektubu geldi. Sıhhat ve afiyette oluşunuzdan dolayı Allah'a hamd ederim. Bugün meydana gelen yeni bir olayı yazıyorum, iyi dinleyin: Bugün çarşamba gecesi hükümdar toplantısına gitmiştim. Gecenin üçte biri geçince oradan döndüm ve hafızdan beş cüz Kur'an-ı Kerim dinledim. Gecenin üçte ikisinden fazlası geçmişti ki, uyku nasip oldu. [43]
Hâce Hüsameddin'e yazılan diğer mektupta şöyle yazmaktadır:
"Dostlar ve ahbaplardan yanımızda kim varsa onlarla ilişki ve bağlılık devam etmektedir. Onların durumunda ilerleme vardır. Bütün bunlardan dolayı bu kışla sanki bir tekke olmuş gibidir. "[44]
Hükümdar ordusuyla birlikte İmam-ı Rabbânî Hazretleri Lahora geldi, oradan Serhend'e geçildi. Ser-: hend'de Hazret, Padişaha ziyafet verdi. Hazretin arzusu Serhend'de yaşamaktı; fakat Sultan onun ayrılığına razı olmadı. Oradan Delhi'ye doğru yola çıkıldı. Çeşitli yerlerde kısa süreli duraklamalar oldu. [45]
Cihangir Üzerindeki Etkisi:
İmam-ı Rabbânî'nin hayatı hakkında bugünlerde yazılan bazı kitaplarda, Cihangir'in Hazrete derin saygı duyduğu, düzenli bir şekilde mürid olup ona intisab ettiğinin yazıldığı görülmektedir. Fakat buna dair hiçbir güvenilir tarihî belge bulunmamaktadır. Cihangir'in, Tüzük un çeşitli yerlerinde Hazreti anış biçiminden ve onun hakkında kullandığı kelimelerden bu anlatılanların doğru olduğu çıkmamaktadır. O, gerçekten intisap edip mürşid olsaydı, saltanat neşesiyle ne kadar sarhoş olursa olsun, Tüzük'ündeki yazı üslubu ne kadar hükümdarca olursa olsun mürşidini, kendi şeyhini o üslûpta anlatamazdı.
Prof. Ferman, kitabının 35. ve 36. sayfalarında bu görüşü açıklayarak, "Cihangir'in mürid olduğu sabit değildir ve kendisinde öyle büyük bir değişiklik de olmamıştır" demektedir.
Diğer eski tezkire yazarları da ne Cihangir'in intisabından bahsetmişlerdir, ne de Şah Cihan'ın intisabından. Ama şüphesiz Cihangir'in bu bir arada bulunmaktan, refakattan faydalandığı inkâr edilemez.
Onda yeni bir dinî uyanış olmasında, yıkılan mes-cidlerin yeniden tamir edilmesinde ve ele geçirilen bölgelerde dinî okullar kurmaktan zevk almasında İmam-ı Rabbânî'nin bu arkadaşlığının büyük rolü vardı. H. 1031 yılında Kangra kalesinin ele geçirilmesi üzerine padişahın kendi müslümanlığını göstermesinden ve orada İslâm prensiplerini uygulatmasından da bu değişildik ve duygularmdaki gelişme anlaşılmaktadır. Buna, İraam-ı Rabbânî ile birlikte yolculuk yapmasının verdiği feyiz denilebilir. [46]
AHİRET YOLCULUĞUNUN YAKLAŞMASI VE HAZIRLIKLARI
Hace Muhammed Keşmî şöyle yazıyor: "H. 1032 yılıydı ve İmam-ı Rabbani Ecmir'de bulunuyordu. Ahiret yolculuğuna çıkılacağı günün yakın olduğunu buyurdu. O sırada Serhend'de bulunan oğullarına yazdığı bir mektupta şöyle dedi: "Ömrün son bulmasının günleri yakın, oğullar ise uzakta." Oğulları bu mektubu ahr almaz Ecmir'e geldiler. Bir gün halvette (kendi aralarında yalnız) iken iki oğlu Hâce Muhammed Said ile Hâce Muhammed Masumra: "Şu anda benim bu dünyadan hiçbir şekilde tad almam diye birşey yok ve bu dünyaya iltifat da etmiyorum. Artık o âlemin düşüncesi bana hâkimdir. Yolculuk gününün yakın olduğu anlaşılıyor" buyurdu."[47]
İmam-ı Rabbânî ordudan ayrılıp Serhend'e geri döndükten sonra orada on ay sekiz veya dokuz gün yaşadı [48]Ecmir'den Serhend'e döndükten sonra bütün ilişkilerini kesti ve tek başına kalmayı tercih etti. Oğullarından ve iki üç hizmetkârından[49] başka kimsenin yanına girmesine izin yoktu. Beş vakit namazdan ve Cuma namazından başka dışarıya çıkmıyordu. Bütün vakitlerini zikirle, istiğfarla ve zâhirî-bâtmî meşguliyetle geçiyordu ki bu, "kendini herşeyden alal rak sadece ona ver" âyetinin yaşanan bir açıklamasıyr di.
Zilhicce ayının ortalarından itibaren nefes darlığı (astımı) şiddetlendi. Fazlaca ağlıyor, zayıflığı aşırı bir hale gelince de, "Ey en yüce dost Allah (c.c.)" sözü dilinden düşmüyordu. O sırada birkaç gün sağlık içinde geçti. Yarak, kederli gönüller biraz sükun buldu. İş-te jo halinde iken şöyle diyordu: "Aşırı zayıflığımda duyduğum manevî hazzı, tadı bu birkaç günlük sağlıklı, sıhhatli günlerimde hiç duymuyorum." j
Çokça sadaka veriyor, pek çok hayırlar yapıyordu. Muharrem ayının on ikisinde buyurdu ki: "Bana, kıijk beş gün içinde sen bu âlemden göçürüleceksin diye bildirildi. Bana mezarımın yeri bile gösterilmiştir." Oğulları bir gün onun durmadan ağladığını gördüler. Sebebini sorduklarında: "Kavuşma arzusu" dedi. Oğulları: "Âdetinizin hilâfına bize karşı bu kadar ilgisizliğin, iltifat etmeyişin sebebi nedir?" dediklerinde buyurdu M: "Allah'ın zâtı sizlerden çok daha fazla sevgilidir."
22 Safer günü hizmetinde bulunanlara ve yakınlarına şöyle dedi: "Bugün, kırk gün tamam olmuştur. Bu yedisekiz gün içinde neler olacak görmeli." Bundan sonra Allah Teâlâ'nm hadsiz ikramlarım ve hesapsız nimetlerini anlattı durdu.
Safer ayının 23. günü bütün giyim ve kuşamlarını hizmetçilerine dağıttı. Üzerinde hiçbir pamuklu elbise olmadığından soğuk havanın etkisiyle tekrar ateşi yükseldi. Hz. Peygamber (a.s.) Efendimizin mübarek tabiatında hastalıktan biraz iyileştikten sonra tekrar sağlığının bozulması nasıl olmuşsa aynı şekilde îmam-ı Rabbânî'nin de yeniden sağlığı bozuldu. Böylece bu sünnete de uymuş oldu.
Bu zayıflık ve bitkinlik halinde üstün bilgilerin coşkusu, yüce manevî bilgilerin taşması çok şiddetli idi. Değerli oğlu Hâce Muhammed Saîd: "Hazretin bitkinliği bu konuşmaya tahammül etmez. Bu gerçekleri ve marifetleri anlatmayı başka bir zamana bırakınız" deyince buyurdu ki: "Aziz oğul! Artık bu konulan başka bir zamana bırakmaya kimin vakti ve fırsatı vardır?" Bitkinliğinin arttığı o günlerde bile cemaatsız namaz kılmadı. Sadece hayatının son dört beş gününde insanlardan uzak, tek başına okudu; dualarda, zikirlerde bulundu, murakabeye hiç ara vermedi. Şeriat ve tarikatın emir ve prensiplerinden bir dakika bile gaflette bulunmadı.
Bir gece son üçte birlik bölümünde kalkarak abdest aldı. Ayağa kalkarak teheccüd namazı kıldı. "Bu bizim son teheccüd namazımız" buyurdu ve öyle oldu. Ondan sonra teheccüd sırası gelmedi.
. Allah'a kavuşmasından bir süre önce kendinden geçip istiğrak haline girdi. Oğulları, bunun aşırı bitkinlikten mi veya manevî cezbeden mi olduğunu sorduklarında; o bunun manevî cezbe hali olan istiğraktan dolayı olduğunu, bazı meseleler ve gerçeklerle karşı karşıya olduğunu söyledi. Bu bitkinlik ve ağır hastalık halinde sünnete bağlılığı ve bid'attan sakınmayı, zikir ve murakabeye devam etmeyi tavsiye buyuruyordu. "Sünneti dişlerle yakalamalıdır" diyordu. Buyurdu ki: "Bu şeriatın sahibi Peygamber Efendimiz "Din nasihattir" buyruğuna uygun olarak ümmetin hayrına uğraşmaktan ve iyi hale getirilmesine, düzeltilmesine çalışmaktan bir dakika geri durmamıştır. Muteber din kitaplarına tam uyma yolunu tutmalı ve ona göre amel etmenidir. Benim teçhiz ve tekfinimde tamamen sünnete göre hareket ediniz. Hiçbir sünnet t er kedilm emelidir."
Muhterem hanımına da dedi ki: "Benim âhirete göçüşüm senin göçüşünden önce olacak gibi geldiğinden benim kefen malzemelerimi kendi mihrinden harcayarak yapmalısın." Ve şöyle devam etti: j
"Mezarım bilinmeyen bir yere kazılsın." Oğulları? "Önceden vasiyet ederek büyük kardeşimiz Hâce Mu| hammed Sâdık[50] defnedildiği yere defnedilmenizi istemiştiniz. Şimdi böyle buyuruyorsunuz" dediklerinde dedi ki: "Evet. Şimdi bana işte bu arzu ve istek hâkimdir." Bu sözü duyan oğullarının sustuklarını ve tereddüde düştüklerini görünce de şöyle devam etti: "Eğer öyle yapamazsanız o zaman şehrin dışında muhterem babamın yanına veya bahçede herhangi bir yere defnedin. Kabrimi işlenmemiş halde bırakın; ta ki az zaman içinde, kısa sürede izi alâmeti kalmasın." Bu söz üzerine de oğullarının susup düşünceye daldıklarını görünce tebessüm ederek buyurdu ki: "Serbestsiniz, nereye diler, nereye uygun görürseniz beni orada toprağa veriniz."
Salı gecesi ve Safer ayının 27'si idi. Bugünden bir gün sonra ise âhiret yolculuğunun günü idi. Geceleri uyanık kalarak hizmetine koşan ve işlerini gören hizmetkârlara dedi ki: "Siz çok çalıştınız, yoruldunuz. Biraz daha sabır. Sadece bu gecelik zahmetiniz kaldı. Bir daha fırsat bilmem olur mu?" Gecenin sonuna doğru, "Geceyi sabahla" dedi.
Gündüz oldu. Kuşluk vakti ufak su dökmek için leğen istedi. İçinde kum bulunmadığı için üzerine sıçrar düşüncesiyle vazgeçip geri gönderdi. Biri, "Özel idrar kabı verilmeli" deyince İmam-ı Rabbânî Hazretleri; "Ben abdestimi bozmak istemiyorum. Beni yatağıma yatırın" dedi. Sanki çok kısa bir süre sonra artık bu dünyadan göçeceğim, abdest almaya fırsat ve zamanın olmayacağını açıklamıştı.
Yatağına yatırılınca sünnete uygun olarak sağ yanağının altına sağ elini koyarak zikirle meşgul oldu. Oğulları hızlı nefes alışını görünce; "Nasılsınız?" diye sorduklarında buyurdu ki: "Biz iyiyiz." Sonra şöyle devam etti: "Ben iki rekât namaz kıldım. Benim kıldığım iki rekât namaz yeterlidir." Bundan sonra mübarek laf-za-i Celâl (Allah) ismini zikirden başka hiç bir şey söylemedi. Çok kısa bir süre sonra da canını cananına teslim etti.
Bu olay, salı günü kuşluk vakti, H. 1034 yılının Sa-fer ayının 28'inde olmuştur ki, ruh madde kafesinden yuvasına doğru uçup gitmiştir.
Âyet:
"Ey itaatkâr nefis, dön Rabbine. Sen ondan razı, o da senden razı olarak."
O zaman mübarek ömrü 63 yıla ulaşmıştı.
Safer ayının 29. günüydü. Ertesi gün Rabiülevvel ayıydı. Cenaze yıkanmaya getirilince insanlar gördüler ki o, namazdaki gibi elleri bağlı, sol elin bileği üzerine sağ elin baş parmağı ile diğer parmaklan halka gibi geçirilmiştir. Oğulları, öldükten sonra ellerini çözdüler; fakat yıkadıktan sonra yine insanlar onun iki mübarek elini önceki şekilde namaz hali gibi bağlı olduğunu gördüler. Bu durum sonuna kadar öyle kaldı. Yüzüne bakıldığında tebessüm ediyor gibi görülüyordu.
"Bu dünyada öyle yaşa ki, ölümün sırasmda Herkes ağlayan olsun, sen de gülen ol."
Eller ne kadar birbirinden ayrılsa da yine namaz halindeki gibi birbirinin üzerine kendiliğinden geliyor du. Yıkanıp kefenlenme işlemi tamamen sünnete uygun.yapıldı. Büyük oğlu Hâce Muhammed Saîd cenaz€ namazını kıldırdı ve mübarek cesedi en son istirahat yerine indirdi.[51]
ADETLERİ VE DEVAMLI YAPTIĞI İŞLER
Âdetleri:
Müceddid-i Elfisâni Hazretlerinin hayatının son üç senelik döneminde yolculuk sırasında olsun, bir yerde ikamet ettiği sıralarda olsun onun hizmetinde bulunan Hâce Muhammed Haşim Keşmî; Hazretin âdetlerini ve devamlı yaptığı işleri kaleme alarak genişçe anlatmıştır.
Aşağıda ancak onun yazdıklarının bir Özeti yazılmış ve buna ayrıca Mevlânâ Bedreddin Serhendî'nin kitabı Hadarât el-Kuds 'dan bazı ilâveler yapılmıştır Muhammed Hâşim Keşmî şunları anlatıyor:
"İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin pekçok kere şöyle buyurduğunu duydum:
"Başarılı olmamızda bizim çalışmamız, gayretimiz de ne oluyor ki! Ne oluyorsa hepsi de Allah'ın bir lütfu-dur. Ama buna bir sebep ve vasıta gösterilmesi gerekirse o zaman derim ki bu sebep; Öncekilerin ve sonrakilerin efendisi olan Hz. Peygamber Efendimize bağlanıp onun peşinden gitmektir. Ben başarımı buna bağlıyorum. Allah Teâlâ ne lütfetmişse hepsi işte bu bağlılık ve onun peşinden gitme yüzündendir. Bir şeyin azı olsun veya tamamı olsun ne nasip olmamışsa bunun tek sebebi beşer olma münasebetiyle Peygambere tam uy-; makta bir kusur ve eksikliğin olmasındandır."
Bir gün şöyle buyurdu: "Bir keresinde gaflete düşüp unutarak abdesthaneye girerken sağ ayağımı önce.; attım. O gün bütün manevî ahvalden (keşif, ilham, keramet, vb. ahvalden) mahrum kaldım."
Bir gün Salih Hattânî'ye şöyle dedi:
— Bizim keseden biraz karanfil getir. O da gidip altı karanfil alıp geldi. Bunu görünce biraz Öfkeli bir eda ile buyurdu ki: "Bizim sofular (müridler) hâlâ Peygamberimizin hadisinde bildirilen "Allah tekdir, teki sever" prensibine dikkat etmiyorlar. Buna dikkat etmek ise, müstehabdır. Müstehabı insanlar ne zannediyorlar? Allah'ın hoşuna giden Öyle müstahap bir amelin karşılığında eğer bütün dünya ve âhiret verilse hiçbir kıymeti yoktur."
"Hizmetkârın biri diyor ki: Ben, Fazlullah oğlu Şeyh Muhammed (k.s.)'den, Serhend'de ne gördünüz; biraz bize de anlatın, diye sorduğumda şöyle dedi: "Benim gibi basiretsiz adamın gözüne ne görülür? Ama yine de ben gördüm ki, sünnetin prensiplerinden ve onun niteliklerinden, en ufak detaylarından en küçük bir parçayı dahi terketmiyor. İmam-ı Rabbânî Hazretlerinden başkasının sünnete bu kadar özen göstermesi çok zordur."
Devamlı yanında bulunanlardan bir diğeri de şöyle anlattı: "Bu zâtların manevî ahvalini anlamak bizim idrak ve kavramamızın üstündedir. Fakat şu kadarını söyleyebilirim ki; Hazretin ahvalini gördükten sonra kitaplarda anlatılan önceki evliyaların manevî ahvaline (kerametlerine, keşiflerine,' ilhamlarına) kesinlikle inandım ve anladım ki bu anlatılanlarda mübalağa yoktur. Hatta yazıp anlatanların eksik anlattıklarını hissettim. Bütün gün Hazretin meşguliyetleri sünnete ; göre yaşamaktı."
"Abdest, seccade ve ibadetleri sırasında hizmetinde bulunan hususi hizmetkârı olan zât şöyle anlattı: "Sadece kısa Öğle vakti uykusu sırasında ve gecenin ikinci üçte birinde benim biraz kendi başıma bir yere çekilmeme fırsat düşerdi." (Yani bu zamanların dışında su-, rekli ibadetle meşgul olurdu.)
Hizmetinde bulunanlara, devamlı yanından ayrılmayanlara da, çokça zikre devam etmelerini, murakabeye dikkat etmelerini ısrarla söyler ve şöyle buyururdu: "Bu dünya iş ve amel dünyası, âhiretin tarlasıdır. İç huzurunu âdab ve dıştan görülen amellerle birleştir-melidir. Hz. Peygamber Efendimiz üstün mertebesine, Allah'ın sevgilisi olmasına rağmen mübarek ayaklan çok ibadet etmekten dolayı şişerdi."
Her ne kadar İmam-ı Rabbânî fıkıh meselelerim ezberinde tutmasına, onları çok iyi bilmesine ve fıkıh usûlünde tam bir yetkiye sahip olmasına rağmen, fıkıh meseleleri ortaya çıktığında tedbir olarak güvenilir kitaplara başvurur, yolculukta veya ikamet halinde onları yanında bulundururdu. Fetva verilen karara ve büyük fıkıhçılarm benimsedikleri görüşe göre amel eder, çok kere kendisi namaz kıldırırdı. Bunun sebep ve hikmetini bir gün şöyle açıkladı:
"Şafiî ve Mâliki âlimlerine göre Fatiha sûresi okunmadan namaz kabul olmaz. Bu bakımdan onlar imama uyduklarında da Fatiha okurlar. İfadesi açık pekçok hadisler de böyle olduğuna işaret ve delâlet etmektedir. Fakat bizim mezhebimizin imamı Ebû Ha-nîfe'ye göre, imama uyan kişinin Fatiha okuması caiz değildir. Hanefî fıkıh âlimlerinin tamamına yakınının görüşü de budur. Ben mezhepleri birleştirmeye (bir arada tutmaya) çalıştığımdan dolayı bunun en iyi şeklinin bizzat kendimin imamlık yapıp namaz kıldırmam olduğunu gördüm."[52]
Yaz olsun kış olsun, Hazretin yolculukta ve ikamette âdeti şöyleydi: Çok kere gecenin son yarısında bazen de son üçte birinde yataktan kalkar, hadislerde okunması bildirilen duaları okurdu. Büyük bir özenle ve titizlikle abdest alır, su her yeri tam olarak ıslatıp yıkasın diye su ile abdest azalarını oğuştururdu.
Abdest alırken başkasının eline su dökmesine izin vermezdi. Abdest alma sırasında yüzünü kıbleye döner, mübarek ayağını yıkarken kesinlikle ayağını kuzeye veya güneye çevirirdi.
Misvak kullanmaya çok dikkat eder, hadiste bildirilen duaları okur, sonra büyük bir huzur ve sükun içinde uzun sûreleri okuyarak nafile namaz kılardı. Bundan sonra huşu ile, cezbe ve istiğrak ile (kendi içine çekilip dünyadan ilgisini tamamen keserek) murakabeye dalardı. Şafak batmadan biraz Önce sünnete uygun olarak gözlerini yumup dalar, tan yeri ağarmadan Önce kalkar, abdestini tazelerdi.
Sabah namazının sünnetini devlethanede (evde) kılar, sünnet ile farz arasında hafi (gizli) olarak "Süb-hanallahi vehihamdihi sübhanallahi'l-azîm "i okumaya devam eder, sabah namazını gece karanlığının sonu ve aydınlığının başında kılardı. Böylece karanlık ve aydınlık arasında iki mezhebin görüşüne uygun amel etmiş olurdu.[53]
Namaz Kıldırması:
Bizzat kendisi namaz kıldırır, hadislerde de belirtildiği gibi uzun sûreleri okurdu. Sabah namazından sonra işrak vaktine kadar zikir halkası yapar, o da bittikten sonra uzun işrak namazını kılıp teşbihlerini, dualarını bitirerek devlethaneye gelir ve aile fertlerinin ve ailenin hizmetinde bulunan kişilerin hal ve hatırını sorardı. Günlük hayatla ilgili olan işler için emir ve tavsiyelerini söyler, sonra halvete çekilir, tam bir dikkatle kendini vererek Kur'an-ı Kerim okumakla meşgul olurdu.
Kur'an-ı Kerim okumayı bitirdikten sonra müridle-rini çağırarak onların ahvalim inceler, onlara yol gösterirdi. Bu arada özel yetişkin dostlarını (müridlerini) çağırarak Özel bilgileri, konuları onlara anlatarak faydalandırır ve onlara teveccüh ve nazar ederdi. Onlar da kendi durumlarından ve ahvallerinden, keyfiyetlerinden Hazret'i haberdar ederlerdi. İmam-ı Rabbani Hazretleri onlara daha çok gayret etmelerini, sünnete tam bağlılık göstermelerini, sürekli zikir yapmalarını ve ortaya çıkan manevî hali gizlemeyi ısrarla bildirirdi.
Lâilâhe illallah Muhamnıedün Resûlullah kelime-i tevhidinin azamet ve yüceliğini anlatırken şöyle buyurdu: "Bunun karşısında bütün kâinat; okyanusun karşısında bir damlanın taşıdığı değeri bile taşımaz."
Yanındakilere ve hizmetinde bulunan müridlerine fıkıh kitaplarım okumayı ısrarla söyler, âlimlerden şeriat hükümlerini sorup öğrenmelerim tavsiye ederdi.
Şöyle buyururdu: "Keşif halinde gözüme öyle görünüyor ki bütün dünya karanlık bid'atlar girdabında boğulmaktadır. Sünnetin ışığı ise gece yamp sönen ateş-böceği gibi ışık salmaktadır."
Gıybetten ve müslümanîarın ayıp ve kusurlarını araştırmaktan şiddetle kaçınırdı. Hizmetkârlar da ona saygıdan ve onun heybetinden dolayı huzurunda kimsenin gıybetini yapamazlardı. Kendi ahvalini ve manevî keyfiyetlerini son derece gizlerdi. Ben iki sene boyunca sadece 3-4 kere mübarek yüzünden gözyaşlarının aktığım gördüm. Aynı şekilde 3-4 kere derin konuları anlatırken mübarek yanağında ve gözlerinde kırmızılık gördüm.. Zeval vakti ve kuşluk vakti namazlarından sonra evinin haremine geçer ev halkıyla yemek yer, oğulları veya aile fertlerinden biri eğer bir şey ha-zırlamışsa ona takdim ederdi. Oğullarından ve hizmetkârlarından biri eğer o sırada yoksa onun yemek hissesini ayırtırdı.
"Yemek sırasında çok kere yedirmekle meşgul olur ve daha çok başkalarının hal ve hatırını sormakla vakit geçirirdi. Bazı kereler bir şeyler yiyor gözükürdü. Yemek yemeye ihtiyaç olmadığı halde sadece sünnete uymaya çalıştığı anlaşılırdı.[54]
İbadetlerdeki Âdetleri:
Hayatının son demlerinde bir köşeye çekilip yalnız başına kalmayı yeğleyerek oruç tuttuğu sırada yemeğini orada tek başına yerdi. Yemekten sonra genellikle yaygın olarak halkın âdet haline getirdiği Fatiha okuma alışkanlığı yoktu. Çünkü sahih hadislerde böyle bir şey bildirilmemiştir. (Bazı şeyhlerin bir prensip olarak yaptıkları gibi) farzlardan sonra da Fatiha okuma alışkanlığı yoktu. Öğle yemeğini yedikten sonra sünnete uygun olarak öğle uykusu uyur, müezzin ilk Öğle vakti ezan okuyunca abdest alarak zeval sünnetini kılar öğle namazını kılıp bitirdikten sonra bir hafızdan bir cüz veya bir cüzden az veya çok Kur'an-ı Kerim dinler, sonra dersi varsa ders verirdi. İkindi namazını da gölge iki misline ulaştıktan sonra vaktin başlangıcında kılar, ikindi namazından güneş batıncaya kadar dostları ve müridleriyle birlikte sükut ve murakabeyle meşgul olur, müridlerin manevî durumlarına teveccüh ederdi. Akşam namazının sünnetinden sonra evvâbîn namazı-r m bazen 4 rekât bazen 6 rekât kılardı.
Yatsı namazını akşam şafağının beyazlığının kaybolmasından sonra derhal kılar, vitir namazının Kunut duasını okurken Hanefî ve Şâfiîlerin Kunut dualarını birlikte okurdu. Vitir namazından sonra bazen oturarak bazen de ayakta durarak iki rekât eda ederdi. Bu i-ki rekât namazı son zamanda çok nadir olarak kılmıştı. Vitir namazından sonra pek çoğunun yaptığı gibi iki secde yapmazdı.
Ramazanın son 10 gününde îtikafa girerdi. Yatsı ve vitir namazlarından sonra dinlenmek için uzanır ve yaygın olarak okunan duaları okumakla meşgul olur, çokça zikir yapar, salât ve selâm getirirdi. Özellikle cuma gecesi ve cuma günü, pazartesi günü ve pazartesi gecesi böyle yapardı.
Kur'an-ı Kerim okurken, mübarek yüzünden ve okuma tarzından dolayı dinleyenler, Kur'an-ı Kerim'in sırlarının ve âyetlerin hikmetlerinin fışkırdığını hissederdi. Namazda ve namaz dışında korku âyetlerini okurken veya hayret ve şaşkınlık bildiren âyetleri okurken, o tarz ve üsluba göre okur, sesinde âyetlerin bu özellikleri belirirdi.
Namazda bütün sünnetlere, mendu^lara ve namazın âdabına riayet eder, abdest aldıktan sonra iki vs rekât, ve mescide girdikten sonra iki rekât namaz kılmaya özen gösterirdi.
Teravih namazından başka hiçbir nafile ibadeti cemaatle kılmaz; insanları, aşure gecesi veya kadir gecesi nafile namaz kılmaktan menederdi.
Hastaları ziyarete gider, bu arada okunması hadislerde bildirilen hangi dualar varsa onları okur, kabir ziyaretlerine de giderdi.
Beydavî tefsiri, Sahih-i Buharı, Mişkât el-Mesâbîh gibi bazı büyük dinî kitapları, usûl kitaplarını ve kelâm konusunda Hidâye, Pezdevî, Mevâkıf; tasavvuf konusunda ise Avârif el-Maârif kitaplarım okutur, fakat bu sırada tartışma ve dedikodu yapmazdı.
Ömrünün sonunda ders okutmayı azaltmıştı. Talebelere dinî ilimleri öğrenmeyi ısrarla tavsiye ederdi. İlim öğrenmeyi tarikata intisab etmekten üstün tutar, çok çok hamd ve istiğfar ederdi. Küçük bir nimete bile pek çok şükrederdi.
Ramazana çok özen gösterir, üçden az hatim indir-mezcli. Bizzat kendisi Kur'an-ı Kerim hafızı olduğu için Ramazan dışında da ezbere Kur'an-ı Kerim okur ve çeşitli toplantılarda da okutup dinlerdi. "Hadislerde bildirildiği gibi iftar yapmakta acele eder. Sahur yemeğini de geciktirirdi ve buna özen gösterirdi."[55]
"Zekât verirken şöyle yapardı: Herhangi bir yerden bir hediye veya adak gelirse üzerinden bir sene geçmesini beklemez bu karşılıksız gelen paraların gelişleri anında hesabını yaparak zekâtını verirdi. Zekât vermede ıslah ve irşad çalışmalarında bulunanları, dul kadınları ve yakınlarını tercih ederdi. Defalarca hac yapmaya kesin karar verdiyse de bir türlü fırsat bulamadı, daima hac yapma arzusuyla yaşadı, bu aşk ve şevk içinde bu dünyadan göçtü.
Güzel ahlâkı, yumuşak huyluluğu, Allah'ın yaratıklarına şefkat, Allah'tan gelenlere razı olma ve ona boyun eğmesi en son dereceye ulaşmıştı. Aile halkına ve yakınlarına zalim idarecilerden büyük zulümler geldi. Fakat gönül hoşluğuyla karşıladı, asla ağzından buna ait şikâyet kelimesi çıkmadı. Eğer biri kendisiyle görüşmek için gelmişse saygı ile ayağa kalkar, meclisin baş tarafında ona yer verir ve onun zevkine ve haline uygun sözler söylerdi. Müslüman olmayanlara ister üstün derecede idareci olsun, ister büyük makam mevki sahibi olsun saygı için ayağa kalkmazdı. Daima ilk önce selâm verirdi. Birinin ondan Önce selâm verdiğini hiç hatırlamıyorum.
Hak sahiplerinin haklarına son derece riayet eder, birinin ölüm haberi gelince üzülür ve (înna lillâhi ve innâ ileyhi râciûn =Biz kesinlikle Allah içiniz ve mutlaka biz ona döneceğiz) âyetini okurdu. Cenaze namazlarına katılır, dua eder ve okuyarak arkasından sevap gönderirdi."[56]
Giyecekleri:
"Elbisesi; iki yakası da omuzlarından açık olan bir gömlekti. Onun üzerinde bir harmani bulunurdu. Fakat yaz sıcaklarında çok kere sadece gömlek giyer, sarığını sünnetteki gibi basma sarardı. Boyun atkısını iki omuzunun arasından karnı üstüne sarkıtır, istincâ ve kaza-i haceti dışında şalvarı ayak bileklerinin yukarısında olurdu. Cuma ve bayram namazlarında süslü elbiselerini giyerdi. Yeni bir elbise giyeceği şurada Önce onu bir hizmetkâra veya aileden birine, yahutta bir misafire giydirirdi. Yanında 50-60 hatta 100 kişiye yakın insan olurdu. Daima âlimler, arifler, mürşidler, hafızlar ve ileri mevkideki kişiler bulunurdu. Hepsine de mutfağından yemek verilirdi."[57]
Mübarek Evsafı:
İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin halifelerinden olan ve 17 sene onun sohbetinde bulunan Serhendli Şeyh Bedreddin, Hadarât el-Kuds kitabında onun evsafı hakkmda şöyle yazmaktadır:
"Hazret; beyaza çalan buğday rengindeydi. Alnında ve yanaklarında gözleri kamaştıran bir nur var gibi gelirdi. Kaşları aralıklı olup bitişik değildi. Kaşlar keman (hilâl) gibi eğik, uzun, siyah ve inceydi. Gözleri büyük, içindeki siyah bölgesi simsiyah, beyaz bölgesi bembeyazdı. Mübarek burnu çok ince, kırmızı dudakları nazik; ağzı ne uzun ne dar, dişleri birbirine bitişik ve Be-dahşan yakutu gibi parlardı. Sakalı sık ve haşmetli, uzun ve genişti. Yanaklarındaki mübarek sakalının kılları haddinden fazla taşmamış şekildeydi. Orta boylu ve nazik[58]
Çocukları:
İmam-ı Rabbâniye Allah Teâlâ 7 çocuk bahşetti. Dösi küçük yaşta, Hazretin hayatında öldüler. Şeyh Muhammed Ferrûh, Şeyh Muhammed İsa, Şeyh Muhammed Eşref daha süt emmektelerken ayrılık ateşiyle dağlayarak göçüp gittiler. En büyük oğlu Hâce Muhammed Sâdık ilim tahsilim ve tarikat terbiyesini tamamladıktan sonra H. 1023 yılında 25 yaşındayken ebedi âleme yolcu oldu. Değerli üç oğlu Hâce Muhammed Saîd, Hâce Muhammed Masum ve Hâce Muhammed Yahya hayat ışığı saçmaya devam ettiler. Bu dördü hakkında şöyle söylemek ne kadar uygun düşer:
"Bu (aile) zinciri som altındandır,
Bu aile, bu sülâle baştan başa güneştir."
Hâce Bâkibillâh Hazretleri zaten îmam-ı Rabbânî'yi görünce çok övücü sözler söylemiş ve "üstün cevherler" ve "tertemiz sülâle" tabirleriyle niteleyerek şöyle demişti:
"Allah kapısının dilencileridirler ve insanı hayrete düşüren bir gönüle sahiptirler."
Birinci oğlu Hâce Muhammed Sâdık Hazretleri, babası îmam-ı Rabbânî'nin huzurunda yüksek manevî dereceye ve kemal mertebesine ulaşmıştı. Hazret onun hakkında çok övücü ifadeler buyurmuş, onun derin ilmini ve yüce manevî kabiliyetini açıklamıştır. Bir mektubunda şöyle yazmıştır:
"Kıymetli oğlum Hace Muhammed Sadık; bu fakirin marifetlerinin (manevî bilgilerinin) toplamı ve intisap, cezbe makamlarımın gözler Önündeki sayfasıdır."
İkinci oğlu Hâce Muhammed Saîd Hazretleri H.
1005 yılında doğdu ve 27 Cemâziyeluhra 1070 yılında ebedi âleme yolcu oldu. O da Müceddid-i Elfîsâni Hazretlerinin İslâm'ı yayma çalışmalarında ve müridlerin, tarikatta manevî derece elde etmek isteyenlerin eğitim ve öğretiminde önemli hizmetler yapmıştır.
Üçüncü oğlu, Hâce Muhammed Masum Hazretleridir ki, ünlü babasının bilgilerini taşıyan ve açıklayan sırdaşı, en güvendiği yardımcısı ve halifesi idi. Kendisinden sonra yerine o geçmişti. Onun sayesinde Müced-didiye tarikatı ve bu tarikatın eğitimi ve etkileri öyle geniş alanlara yayıldı ki, söyleyen ne kadar doğru söylemiş:
"Yedi iklimin ışığıdır Hâce Masum Hindistan'dan Rum iline kadar hentaraf ondan aydınlanmıştır."
Delhi'nin herkes tarafından başvurulan ünlü tekke âlimi ona intisab etmiş ona mürid olmuştu. (Ki bunun irşad ocağına kendi devirlerinde Hâce Seyfeddin, Mirza Mazhar-ı Cân-ı Canan, Hz. Şâh Gulam Ali ve Hz. Şâh Ahmed Saîd sırayla gelmişlerdir.) Bu tekkeden Mev-lânâ Halid-i Rûmî Kürdî, Hz. Şâh Gulam Ali'den bu tarikatı alarak Suriye ve Şam'a ulaştırdı ve Mevlânâ Halid-i Rûmî'nin kolu Irak, Suriye ve Türkiye'de şehir şehir, ev ev yayıldı.
Hâce Masumun mektupları, her üç cüzü de İmam-ı Rabbânî'nin Mektubât'mm bir çeşit açıklaması, izahı ve içinde geçen ince konuların toplandığı hazinedir. Onun manevî ahvalini ve güzelliklerini anlatmak için bir kitap yazmak gerekir.
"Bu sahilsiz denizi aşmak için bir gemi gerekir."
Sultan Muhiddin Evrengzîb, İmam-ı Rabbânî'nin bu üçüncü oğlu Hâce Muhammed Masum'a intisab etme şerefini elde etmiş ve oğlu Hâce Seyfeddin onun ir-şadlarıyla terbiye görmüş, o bu şehzadeyi Hindistan'ın müslüman hükümdarı yaparak Padişah Ekber'in ortaya koyduğu kötü etkileri tamamen sildirmek için hazırlamıştır.
Hâce Muhammed Masum mektuplarında onu "Şehzade-i dinpenâh=Dinin hâmisi şehzade" adıyla anmaktadır.
Doğumu, 11 Şevval H. 1007 yılında, vefatı ise 9 Ra-biüvvel H. 1079'da vuku bulmuştur.
Dördüncü oğlu Hâce Muhammed Yahya'dır. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatında henüz 9 yaşındaydı. İlim tahsilini ve tarikat eğitimini kardeşlerinden aldı. H. 1096 yılında vefat etti.[59]
BEŞİNCİ BÖLÜM
İMAM-I RABBÂNÎ'NİN YENİLEME DAİRESİNİN MERKEZ NOKTASI
HZ. PEYGAMBERİN PEYGAMBERLİĞİNE İMANIN VE ONA GÜVENİN YEMLENMESİ
Imam-ı Rabbânî'nin Asıl Yenileme Başarısı Neydi?
İkinci bin yılın başlangıcı olan 11. asrın; İslâm tarihi ve Hindistan İslâm tarihi üzerinde Özel araştırmaları olan insaflı, dürüst ve yetenekli bütün ilim erbabı, İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elfisâni Ahmed Faruk Serhendî hazretlerinden dolayı; hadis-i şerifte bilinen bir tabir olarak 'Tenileme" denilen İslâm'ın korunması ve desteklenmesi olan yeni bir tarih dönemi ve yeni bir çağ başladığında görüşbirliğindedirler. O bu konuda öyle bir ün elde etmiştir ki, bu yenileme kelimesi onun adının yerine geçmiş, onun adıyla bütünleşmiştir. Bir benzerine de daha Önce rastlanmamıştır. Bu büyük başarı ve muhteşem zafer, bu yapılan büyük iş neydi? Şüphesiz bu büyük iş, bu muhteşem zafer; İslâm ruhunun ve İslâm düşüncesinin yenilenmesi ve cilâlan-masıydı. Devrin en Önemli ve en büyük fitnelerinin önlenmesi ve sökülüp atılmasıydı. Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ve İslâm şeriatının doğruluğuna, ebedi oluşuna yeni baştan inanç ve güvenin sağlanmasıydı. İslâm şeriatı olmadan riyâzat ve ilhama dayalı şu ruhanî ilerleme denemesinin, hakikati bulma ve Allah'a ulaşma gayretlerinin boş olduğunun; Hz. Muhammed (s.a.)'e tâbi olmaya ihtiyaç göstermeden bunları elde etmenin asılsızlığının ortaya konmasıydı. Vahdet-i Vücûd inanç ve görüşünün, "Herşey odur=Her ne varsa Allah'tır" iddiasıyla en aşırı noktaya giden ve herkes tarafından benimsenerek zirveye ulaşan, müslüman toplumda ve inançlarda sapmalar meydana getiren bu bâtıl görüşün perdesini yırtmak ve buna karşılık olarak "Vahdet-i Şühûd" görüşünü delilli ve düzenli bir şekilde öne koymaktı. Apayrı bir sistem halini alan bid'atlara açıkça karşı çıkmak, hatta "bid'at-ı hasene" diye bir şeyin olduğunu dahi reddetmekti. Bir de bütün bunların sonucu olarak Hindistan'da İslâm'ın yerinden oynayan ayağını sapasağlam bir şekilde yerinde sabit tutmak, Ekber döneminin İslâm'a aykırı etkilerine son vermekti. İmam-ı Rabbânî'nin mücâdelesi; Hindistan'da dini yenileme inkılâbını getirmede öyle başarılı bir çalışmaydı ki, bu inkılâb sonucunda bir taraftan tahta Muhiddin Evrengzîb Âlemgîr yerleşmiş, diğer taraftan manevî ve ruhanî olarak bu çizginin devamı olan İslâm hakîmi, dahîsi Şâh Veliyyullah Dehlevî Hazretleri ve talebeleriyle halifelerinin çığırı ortaya çıkmıştı.
İmam-ı Rabbânî'nin bu gayretleri sonucudur ki, Ki-tab'ın emirlerinin ve sünnetin yayılıp benimsenmesi, anlaşılıp anlatılması, okutulup öğretilmesinin programlanması, okullar açılması, manevî duygular âleminin temizlenip terbiye edilmesi, inanç ve merasimlerin ıslah edilmesindeki muazzam başarı ve Allah'ın dininin yüceltilmesi uğrunda gayret gösterilip cihad yapılması gerçekleşmiştir. Bu sadece Hindistan'da İslâm'ı ayakta tutmakla ve İslâm ağacını canlı ve meyveli, güllü ve yapraklı hale getirmekle kalmamış hatta Hindistan'ı İslâm dünyası içinde dinî ilimlerin -özellikle Hadis ilminin-, İslâm düşünce ve davetinin merkezi haline getirmiştir.
Fakat, bu muazzam ve geniş çevreli yenileme faaliyetinin merkezi ve Müceddid-i Elfisâni İmam-ı Rabbâ-nî Hazretlerinin bütün yenileme çalışmalarında en başta gelen yenileme başarısı neydi? İnsanlar kendi meşreblerine, zevklerine, düşüncelerine ve eğilimlerine göre buna cevap vermiştir. Bu görüşlerden üç tanesi Özellikle zikredilmeye değer:
1) Birinci gruptakiler diyor ki: O, Hindistan'ı İslâm adına ikinci defa fethedip Brehmenliğin, Hinduizmin veya dinleri birleştirme faaliyetinin kucağına düşme yerine tekrar Muhammed-i Arabî (s.a.) Efendimiz'in ve Hicaz dininin emrine, kontrolüne verdiği için kendisine "Müceddid-i Elfisâni" (İkinci Bin Yılın Yenileyicisi) denilmeye hak kazanmıştır.
Aynı zamanda o, H. 11 asır (16. M. asırda) gibi çok önemli bir asırda İslâm'ı; 13. Hicrî asırda (19. M.) karşılaşmak üzere olduğu felâketlerden kurtardığından, hatta gerçekte Hindistan İslâm milletini Padişah Ekber gibi güçlü, kuvvetli, iradeli bir padişahın ve devrin dâhisi olan danışmanlarının (Molla Mübarek, Feyzî, Ebu'1-Fadl) çok güçlü zekâlarından bir gerçek olay olarak ortaya çıkan itikadî, fikri ve medenî irtidatm birden ortaya çıkan tehlikesinden koruduğu için de Müceddid-i Elfisâ-ni denilmeye hak kazanmıştır. Bu manevî ve ruhî değişme, bu fikrî ve kültürel irtidat; 18. asrın sonlarında Hindistan'ın yeni gelişen İslâm düşmanı güçlerinden ve 19. asır başlarında İngilizlerin saldırması ve iktidarı ele geçirmesiyle ortaya çıkan siyasî çöküşten ve müslümanların idaresinin son bulmasından çok daha fazla kötü, daha şiddetli ve tehlikeliydi. Belki de Muhammed İkbal şu ünlü şiirinde buna işaret etmiştir:
"O, (İmam-ı Rabbânî) Hindistan'da milletin sermayesi, koruyucusu idi.
Allah tam zamanında onu harekete geçirdi."
2) İkinci zümreye göre, onun asıl yenileme başarısı, kahramanlığı şudur: Os tarikat üzerine şeriatın üstünlüğünü, hâkimiyetini öyle güven verici, inandırıcı, hikmetli bir üslupla ve daha önce hiç kimsenin yapmadığı bir açıklık ve güçle yapmıştır ki, bunun bir benzeri gösterilemez. Bu başarıdan dolayıdır ki, tarikat şeriatın emrinde olmakla kalmamış hatta şeriatın hizmetçisi olduğu parlak gün ışığı gibi gözler önüne çıkmıştır. Tarikat halkalarında şeriata ilgisizlik hatta yer yer şeriattan sapma, Yogizmin yuvası ve dünya ile ilişkiyi kesme görüşünün önemli bir merkezi olmasından dolayı Hindistan'ın ilk hedef olduğu; riyâzâta, mücahedeye ve manevî algılara, güçlere tam bir güven duyma şeklinde başlayan fitne durdu. Bundan sonra artık hiç kimse ortaya çıkarak açıkça "tarikatla şeriatın yolları ayrı ayrıdır ve tarikat üzerine şeriatın kontrolü oturtulamaz" demeye cesaret ve cür'et gösteremedi.
3) Üçüncü grup ise onun asıl yenileme başarısını şöyle değerlendirmektedir: İmam-ı Rabbânî, Vahdet-i Vücûd görüş ve inancına daha önce hiç kimsenin indi-remediği darbeyi indirmiş, sonra da onun kabarıp gelen azgın selini durdurmuş. Hatta son asırlarda bütün ilim âlemini ve maneviyat dünyasını kendi pençesine alan, kültürlü bir insanın Vahdet-i Vücudçuluk aleyhine ağzım açmasını kendi cehaletine vererek-, gün ortasında gündüz olduğunu inkâr etme gibi gösteren bu seylâbın yönünü değiştirmiştir.
Mevlânâ Seyyid Menâzır Ahsen Geylânî merhum, "İkinci Bin Yılın Yenileme Başarısı" adlı ilmî makalesinde ne kadar doğru yazmıştır:
"Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şühûd'un ilmî inceliklerini gösterenlerin veya şeriatla tarikatın softaca ve sofuca didişmelerinin tozu dumanı içinde İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin gerçek yenileme şaheseri öyle karmaşık hale gelmiştir ki, bugün o mübarek haşmetli zâta Müceddid-i Elfısâni demek, anlatüagelen bir basit inanış görünüşünden ve hiç önemi olmayan basit bir meseleye dayanmaktan öte başka bir şey dep gibi gelmektedir."[60]
HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİNE VE PEYGAMBERLİĞİNİN EBEDÎ
VE GEREKLİ OLDUĞUNA GÜVENİN YERİNE GETİRİLMESİ
Fakat gerçekte İmam-ı Rabbaninin bütün yenileme çalışmalarındaki başarılarının şaşaası içinde görülen asıl destan gibi başarısı, onun bütün inkılâp ve ıslah çalışmalarının musluklarından fışkıran suların asıl kaynağı ve bir ırmak haline gelerek bütün İslâm dünyasında çağlayıp giden o asıl zafer ırmağı nedir? diye sorulursa bunun kesin cevabı şudur: Hz. Muhammed'in peygamberliğine, o peygamberliğin sürekli ve gerekli olduğuna İslâm ümmetinin inancını, güvenini yerine getirmede ve bu inancı sapasağlam kılmada İmam-ı Rabbânî'nin yaptığı yenileme ve inkılap destanıdır.
Ondan evvel bu boyutta, bu açıklıkta ve güçte, bildiğimiz kadarıyla hiçbir yenileyici böyle bir şeyi yapamamıştır. Belki de diğer müceddidler döneminde böyle bir mecburiyet çıkmadığı için bu şekilde düzenli bir hareket veya felsefe meydana gelmemişti.
Bu yenilemeye azimle adım atıp üzerine üzerine gitmekle; o günlerde bütün İslâm dünyasına yüzünü göstererek yayılmakta olan ve İslâm'ın o güzel ağacını ve onun bütün inanç, düşünce ve manevî düzenini yutmaya hazır olan bütün fitnelere kapılan kapamıştır.[61]
Çeşitli Fitnelerle Mücadelesi:
Bu fitneler arasında İran kaynaklı Noktacı akım ve onun mensupları da vardır. Bunlar Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve onun sürekliliğine karşı açıkça isyan bayrağını kaldırmışlar, "Hz. Muhammed'in peygamberliğinin bin yıl süren devri son bulmuştur, artık dinî önderlik ve hayata yeni düzen verme ve yeni sistem ortaya koyma devri başlamıştır. Bunun temeli akılcılık ve felsefe olacaktır. Buna önderlik ise Mah-mud Pesîhânî'nin ve adamlarının elinde olacak; merkezi İran ve Hindistan olacak" diye ilan etmişlerdir."[62]
Bu fitneler arasında Padişah Ekber'in "Ekber dini" ve "yeni sistem"i de vardır. Bu fitne de Hz. Peyganı-ber'in peygamberliğinin ve şeriatının yerini alma ve onun karşılığı olma iddiasmdaydı. Bu fitneler içinde bir de, her geçen gün karşıt bir şeriat haline gelmekte olan ve kendine özgü ayrı bir fıkıh oluşturmakta olan dinî hayatın, amellerin ve ibadetlerin, toplum ve içtimaî hayatın dinî bid'atları (dine dayandırdıkları ve fakat dinde olmayan şeyler) da vardı. Bu da aslında Hz. Peygamber (s.a) Efendimizin son peygamber olmasına karşı bir tuzak olup, yeni bir şeriat ortaya koyduğu iddiasmdaydı.
Bu fitneler zinicirine, propagandacılarının ve önde gidenlerinin sözlerine göre, ilham gerçeklerine dayalı olan Vahdet-i Vücûd felsefesi de girmektedir. Kaldı ki bu Vahdet-i Vücûdçuluğun en aşırı bağlıları bile Hz. Peygamber Efendimizin alenen bu görüşü bildirdiğini ve sahabesini, sahâbe-i kiramın da kendilerinden sonra gelenleri bu Vahdet-i Vücûd inanışına davet ettiklerini iddia etmemişlerdir.
Vahdet-i Vücûd felsefesi ve o felsefeye inanma çağrısı; Peygamberin getirip sunduğu davetin açık prensiplerine ve onun amaçlarına -bilerek veya bilmeyerek-rakip olmaya doğru gidiyordu. Bu ne kadar başarı elde ederse ve kafalara, gönüllere ve İslâm toplumuna ne kadar kök salarsa, şeriat emirlerine göre amel etmede İslâm'ın tek hak din ve kurtuluş vasıtası olduğu inancında o kadar zayıflık meydana gelir. Dinden sapma, zındıklık, herşeyi keyfine göre yapma, günahtan uzak olma, dinin hiçbir emrini yerine getirmeme yolları da açılır. İsterse bu görüşe tedbirli ve çekinceli inanan ta-savvufçularm ve şeyhlerin kendileri, şeriata ne kadar bağlı, ona ne kadar saygılı olursa olsunlar o şekildeki hareket tarzına ve anlayışına ne kadar karşı olursa olsunlar bu yanlıştan ve tehlikeden kurtulamazlar.
Bu fitneler içine İmamiye fırkası mensupları da girmektedir. Çünkü onların temel inançlarında imamlık inancı da vardır. Bunlar imamı öyle tanımlamakta, Öyle bir takım sıfatlar ve özellikler vermektedirler ki, onu hemen hemen Peygambere eş ve müsavi duruma getirmektedirler. Aynı şekilde sahâbe-i kiramın büyük bir kısmı hakkında öyle düşünce ve kanaatleri vardır ki, böyle bir düşünceden ve kanâatten dolayı Peygamberin mübarek sohbetlerinin etkisine, onun inkılâp meydana getiren ruhlardaki kimya gibi tesirine leke gelmektedir. Bu da "O Allah ki okuma yazma bilmeyen insanlara kendilerinden bir peygamber gönderdi, o peygamber; onlara Allah'ın âyetlerini okur, onları günah pisliklerinden temizler ve onlara Kitabı, hikmeti öğretir."[63] âyetine aykırı düşer.
İmamiye fırkasının etkileri; çeşitli siyasî, ilmî, sebeplerden dolayı Hindistan'da süratle yayılıyordu.[64]Müslüman toplumun -ki. çoğu sünnî inançlı idi- inançları, kavramları, düşünceleri, anlayışları, âdet ve alışkanlıkları derinden etkileniyordu.
Bu şekilde İmam-ı Rabbânî; "Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman ve güveni yenileme" anahtarıy-la, eski Yunan ve İran felsefesinin ve Mısır'ın, Hindistan'ın ilhama dayalı inanışının icad ettiği o ağır ve çetrefilli bütün kilitleri açtı. Müslümanların akıllı, kültürlü tabakasını hedef alan o fitnelerin hepsini bir tek okla avladı, (yok etti).[65]
AKIL VE İLHAMIN; GÖRÜLMEYENLERİ VE TABİAT ÖTESİ GERÇEKLERİ ANLAMAKTAN ÂCİZ KALIŞI
İmara-ı Rabbânî Hazretlerinin; hem akıl hem de ilhamın "görülmeyenleri" akıl Ötesi bilgileri, Allah'ın zât ve sıfatlarının sağlam şekilde bilinmesini, şüphe götürmeyen kesin bilgiyi ve ispatı kesinlikle yapılan gerçekleri kusursuz ve tam olarak kavramaktan âciz olduğunu isbat etmesi, onun yenileme yolunda kazandığı diğer bir zaferidir. Bu yolda ortaya koyduğu destan gibi bir başarıdır. Akılla ilhamın elde ettiği sonuçların ve ortaya koyduğu verilerin; şüpheden, tereddütten, yanılgıdan, yanlıştan ve aldanmadan arınmış olmadığını is-batlaması da yine îmam-ı Rabbânî'nin elde ettiği büyük başarıdır.
Allah Teâlâ'yı sağlam bir şekilde tanıma, doğru ölçüde bilme ancak peygamberler aracılığıyla olabilir. Nasıl "akıl"in yeteneği ve kavrama gücü duyuların ötesinde ise, aynı şekilde "peygamberlik"in yeteneği ve yetkisi de akim Ötesindedir. Allah'a saygı duymanın, baş eğmenin, emrine uymanın ve onu eksiksiz tanımanın en doğru yolunu anlamak ancak peygamberliğe bağlıdır ve peygamberlerin verdikleri bilgilerle, onların öğretil eriyle sınırlıdır.
Allah'ı tanıma konusunda eski Yunan filozofları ağır darbeler yemişler ve gülünç yanlışlıklar yapmışlardır. Nasıl saf akıl ve soyut akıl (herşeyi bilen, kavrayan akıl) diye bir şey yoksa "iç isteklerden ve dış etkilerden korunmuş olan" saf ilhamın ve soyut sezginin olması da son derece zordur. Hatta anka kuşuna benzer. (Düşüncede var gerçekte yok). Gerçeklerin içe doğduğunu iddia eden işrakçılar ve nefsi armdırıcılar da aynı şekilde darbeler yemişler ve vehmin, kuşkunun, cehaletin avı olmuşlardır. Akıl ve felsefe savunucuları gibi, hem akıl hem de ilham; gerçeği bulma ve Allah'a ulaşma yolunda yetersiz kalmışlardır. Allah'ın zatını, sıfatlarını ve emirlerini anlamanın, kavramanın, tanımanın tek yolu ancak peygamberlik yoludur.
İmam-ı Rabbânî, aklın katıksız, kusursuz ve saf olmasının imkânsız olduğunu, aklın da iç inanışlardan, iman haline gelmiş düşüncelerden ve dış etkenlerden etkilendiğini; aklın pek çok kararlarının, ulaştığı hükümlerin bu dış renklerle renklenmiş ve karışmış olarak ortaya çıktığım, bunların hepsinin akim içinde ve dışında görüldüğünü herkese göstermiştir. Aklın yanıl-maz bir kaynak olmada yetersiz olduğunu; yanılnıaz, kusursuz kaynağın peygamberlik olduğunu, peygamberlik olmadan gerçek nefis arınmasının mümkün olmayacağını isbat etmiştir. O, nefsin armnıasıyla kalbin arınması arasına, ikisini birbirinden ayıran bir sınır koymuş ve ikisinin farkını göstermiştir.
Böylece İmam-ı Rabbânî, peygamberlerin peygamberliğini tasdik eden kimsenin; delilli, mantıklı, inanan kimselerden olduğunu, peygamberlerin verdikleri bilgileri kendi aklının inanış gücüne bağlayan kimsenin ise; peygamberliği inkâr ettiğini isbat etmiştir. O, akla aykırı olmanın başka şey, akıl ötesi olmanın daha başka şey olduğu inceliğini açıklığa kavuşturmuştur.
Müceddid-i Elfîsâni Hazretlerinin, akıl ve ilhamın ikisine birden dayanan ve Allah'ın desteğinde peygamberlik lambasından alınan nurun da içinde bulunduğu bu gerçekleri ortaya çıkarışı; ilim ve maneviyat dünyasında çalkantılar meydana getiren, düşünce ve akılcılığa yeni bir kapı açan, akıl ve ilim dünyasının pekçok geçerli değerlerini geçersiz kılan, kesin ölçü kabul ettikleri şeylerin sahte olduğunu isbat eden, semavî şeriatların ve peygamberliklerin doğruluğunu, üstünlüğünü ilan eden ve onlara yeni baştan güveni meydana getiren bilgi ve marifetleri, öyle büyük bir yenileyici inkılap, "yanlışları yok edip doğruları onun yerine koyucu" bilim ve gerçeğe dayalı bir başarı ve zaferdir ki, tek başına bu, o devrin eğitim düzeninin, ilim çevresinin ve beyin faaliyetlerinin sonucu olamazdı.
Çünkü İmam-ı Rabbânî bu yolda öyle sözler söylemiştir ki, bu sahada öyle fikirler öne sürmüş ve öyle görüşler ortaya atmıştır ki, bunların bir kısmına felsefe ve düşünce dünyası ancak asırlar sonra ulaşmıştır. Bunların doğruluğuna ilim ve maneviyat tecrübesi tasdik mührünü vurmuştur.
İkinci bin yılın başında dini yenilemek ve Hz. Mu-hammed'in peygamberliği ile birlikte şeriatını savunmak için İmam-ı Rabbânî'nin seçilmesi, sadece Allah'ın desteğinin ve Mevlâ'nın hidâyetinin bir tecellisiydi. Başlangıçtan beri taşıdığı İhlasın, dinî hamiyetin ve Hz. Peygamber'e tam uymanın bereketi ve feyzi idi.
Bu özet bilgiyi genişçe açıklamak ve bu işaretleri iyice tanıtmak için, o gerçekleri ortaya çıkarmanın değerinin tamamen gözler önüne serileceği durumu anlamak şarttır.[66]
Temel Sorular ve Bunlara Çeşitli Cevap Verme Çabaları:
Din ve dünyanın en önemli ve ön sırada gelen sorulan ki bu, hayatın doğru ve sağlam şekilde düzene konması, âhirette kurtuluşun tek dayanağıdır- şunlardır: Dünyayı yaratan kimdir? O'nun sıfatları nelerdir? O'nun bizimle ilgisi nedir? Bizim O'nunla nasıl bir ilgimiz olmalıdır? O'nun sevdiği ve razı olduğu şeyler nelerdir? Sevmediği ve razı olmadığı şeyler nelerdir? Bu hayattan sonra başka bir hayat var mıdır? Varsa nasıl bir hayattır? Bu hayatta, o hayat için ne gibi yol göstermeler vardır?
Bu soruların cevaplarının açıklanmasında karşımıza; inançların, iman ve dinin temelini teşkil eden; Allah Teâlâ'nm zatı, sıfatları,fiilleri ve bu kâinatın sonradan olması veya başlangıcı olmaması, âhiret, cennet, cehennem, vahiy ve meleklerin varlığı ve diğer bazı tabiat ötesi konular çıkmaktadır. Bu sorulara cevap vermenin ve bu meseleleri çözmenin dünyada genellikle iki girişimi yapılmıştır:
Biri, akılla cevap verme girişimi; diğeri ilhamla cevap verme girişimidir. Birincinin sonucunda felsefe ortaya çıkmıştır. Diğerinin sonucunda da ilhama dayalı tasavvuf ortaya çıkmıştır. Fakat prensip olarak ve tenkitçi yönden bakıldığında bu iki girişim ve bu iki çaba, dayanak olarak bazı temel yanlış düşünceleri esas almaktadır.
Mektubât' tan örnekler sunmadan önce, konuya giriş olarak bunun kısa bir izahını yapmak uygun düşmektedir.[67]
KESİN AKIL VE TEK BAŞINA İLHAMLA HAREKET ETMEYİ TENKİD EDİŞİNİN İNKILAP YAPAN ZAFERİ
Akıl konusunda herşeyden önce şu gerçek daima göz önünde bulundurulmalıdır: Akıl, kendi tabii görevini (kavrama, gerçeği ortaya çıkarma ve isbatlama) yerine getirmede serbest değildir. Onun kendinden daha basit ve aşağı derecedeki şeylere ihtiyacı vardır. Onun görevi duyular, algılar, bilgiler ve tecrübeler, deneyimler aracılığıyla algılanmayan ve bilinemeyen şeyleri bilmek ve kendi bilgi deposunun ilke ve önermelerinin yardımıyla ve onları bilimsel olarak düzene koymak suretiyle o ana kadar ulaşamadığı ve sadece duyularla deneyimlerle elde edilemeyen sonuca (kesin karara, hükme) varmaktır. Bütün akıl bilgilerini incelemek ve bunları tahlil etmekle, aklın bu gerçeklere ve bu yüksek bilgilere ancak o basit algılar ve ilkel bilgiler yardımıyla ulaştığı gerçeği ortaya çıkacaktır. Aslında o akıl herhangi bir akıl ve ilim sistemi olmadan, o muazzam sonuçlara ulaşamazdı.
O halde aıkça görülmektedir ki; insan duyularının kesinlikle iş yapamadığı, en ufak bilgi birikiminin olmadığı, ilkelerinden de tamamen yoksun olduğu, gerçek durumun hiçbir tahmin ve tecrübesini yapamadığı ve benzetme (kıyas)'m hiçbir rolünün bulunmadığı yerde o insanm aklı, zekâsı ve kıyası ne iş yapabilir? Orada onun aklı; insanın gemi olmadan denizi geçmeye gücü yetmediği, uçak olmadan uçmaktan âciz kaldığı, çok zeki bir kişinin rakamları tanımadan bir matematik problemini çözemediği, bir dilin yazısını öğrenmeyen, alfabesini tanımayan bir kimsenin ne kadar zeki ve ne kadar akıllı olursa olsun ve binlerce akıl yürütme ve kıyasla hareket ederse etsin o dilin bir tek satırını okuyamadığı gibi güçsüz ve çaresizdir.
İşte aynen bunun gibi, yukarıda sayılan sorular tek başına akılla çözülemezler. Çünkü insan o akim temel yapısını dahi bilmemekte, ne de burada kıyasa bir imkân bulunmaktadır.
İkinci bir gerçek de şu ki; akim gücü ve faaliyet sahası sınırlıdır. Onun belli bir dairesi vardır ve bunun dışına çıkamaz. Nasıl ki insanın duyu organlarının, algılarının birbirinden ayrı daireleri olup da faaliyetleri o daire içinde sınırlı ise; meselâ görme duyusuyla binlerce görüntü alınabiliyor, sayısız eşya görülebiliyor ama o duyu ile bir tek ses bile duyulamıyorsa, diğer duyu organları da ancak kendi sahaları içinde iş görüyor ve sınırının dışına çıkamıyorsa, meselâ koklama organımızla işitemiyor tatma organımızla göremiyorsak, aynı şekilde akıl da kendi dairesinin dışına çıkamamaktadır. Bir de her organın kendi alanı içindeki gücü sınırsız olmadığı gibi, beynin de akıl alanındaki gücü sınırsız değildir. Her ne kadar akıl, bu dış görüntülü duyu organlarının çalışma alanından çok daha geniş bir işgücü alanına sahipse de kesinlikle bu sınırlıdır.
İbn Haldun'un bu konudaki derin ilmî ifadeleri şöyledir:
"Akıl sağlam bir terazidir. Onun karar ve hükümleri kesindir. Bu kararlarda hiçbir yalan yoktur. Ama buna rağmen siz bu terazide Allah'a ait meseleleri, âhiretle ilgili meseleleri, peygamberlik gerçeklerini, Allah'm sıfatlarının asıl niceliklerini, akıl ötesi bütün işleri ve gerçekleri ölçemezsiniz. Bu boş bir uğraş olur[68] Bir adamın altın tartmakta kullanılan hassas bir terazi görüp bu teraziyle dağları tartma arzusuna kapılmasına benzer ki, bu imkânsızdır. Terazinin sağlamlığına bir şey denilemez ama onun gücünün bir sınırı vardır. Aynı şekilde aklın "bilme, bulma, anlama" gücünün de bir sınırı vardır; onun dışına adım atamaz. O, Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını olduğu gibi bilemez.[69]
Üçüncüsü ise; aklın hiçbir şekilde etkilenmeyişi, onun tamamen karışıksız, katkısız olup kararlarında ve ulaştığı hükümlerde tam bir tarafsızlığa sahip olması çok zordur. "Halis akıl" ve "soyut akıl" dan daha fazla anka kuşu gibi (var olmayan) bir şeyin dünyada bulunmasının zor olduğunu hakikat erbabı bilir. Akıl; heyecanlardan, arzulardan, çevreden, özel eğitim ve terbiyeden geçerek özel görüşler ve inanışlara sahip olmaktan, vehim ve hayalden, gaflet ve unutma etkisinden çok zor kurtulur. Bu bakımdan aklın kararlarında daima doğru olması ve ulaştığı hükümlerde kesinlik bulunması öyle anlaşılageldiği gibi pek kolay ve genel değildir.
Fakat, filozofların bütün bu gerçekleri bir tarafa atarak kendi konularım belirlemede yanlışlık yapmaları şaşılacak bir şeydir. Bu filozofların, Allah'ın zatı, sıfatları ve onunla ilgili meseleler üzerinde görüşler ileri sürmeleri; ellerinde hiçbir aletleri ve malzemeleri, hiçbir bilgi ve ışık olmadan; bir kimya uzmanının kimyevî deneyleri ve tahlilleri sonucu yaptığı gibi geniş, kesin ve ayrıntılı bilgiler vermeye kalkmaları, insanı hayrete düşüren tuhaflıklarıdır. Onların bütün bu sözleri ve görüşleri; tamamen tahminler ve varsayımlar, hayalî tılsımlar toplamı olup sadece kıyas üstüne kıyasa, tahmin üstüne tahmine dayanmaktadır. Filozofların Allah'la ilgili akla dayanan bu görüşleri, ilahiyat konusunun belli başlı bir "Aklı Çıldırtan Tılsım" ve "Tuhaflıklar Efsanesi"dir ki[70] ileride bunlara örnek gelecektir.[71]
İşrak Felsefesi ve İlham:
Bu akılcılığın ve felsefenin karşısında bir başka gerçeği bulma çabası daha vardır ki, adı "ilham"dır. Bu ilhamcılığm çalışma prensipleri ve iddiaları şudur: Doğruyu, gerçeği bulmak için akıl, bilgi, delil ve ispatlama yolları faydalı değil, aksine zararlıdır. Doğruya ve gerçeğe tam ulaşabilmek için görmek şarttır. Bu görme ise, sadece dış gözlerin eşyaları gördüğü gibi manevî şeyleri ve tabiat ötesi şeyleri aynı şekilde gören, iç ışığı ile nefsi arındırmakla ve bir iç duyu melekesini uyandırmakla (harekete geçirmekle) mümkündür. Bu iç duyu melekesi, dış gözlerin eşyayı görmesi gibi manevî ve tabiat Ötesi şeyleri aynı şekilde görür ve bu meleke ancak maddî yapıyı tamamen yok ettikten ve dış duyuları öldürdükten sonra meydana gelir.
Gerçekleri bulma; ancak bu saf ve katışıksız akılla, "ilham felsefesi" ile ve riyâzatlarla, nefsi öldürmekle, tefekkür ve murakabeyle ortaya çıkan işte bu iç ışığı ile mümkündür.
İnsanlarda bu iç duyu melekesinin bulunduğu tamamen doğrudur. Böyle daha başka duyuların olması da mümkündür. Fakat herşeye rağmen bunun bir insanî, beşerî meleke olduğunda da şüphe yoktur. İnsan denen varlığın bütün güçleri, yetenekleri ve bütün bilgi kaynaklan nasıl sınırlı ise, aynı şekilde bu meleke de zayıf, sınırlı, yanılan ve etkilenen bir beşerî güçtür.
Diğer duyu organları kararlarında yanıldığı gibi, bu duyu da algılamalarında ve tanımalarında yanılmaktadır, aldanmaktadır. Eğer böyle olmasaydı o zaman işrâk ehli (gerçeklerin iç sezgi ile, ilhamla, içe doğuşla elde edileceğine inanan) kimselerin sezgilerinde, görüşlerinde meydana gelen o muazzam çelişki ve en önemli konularda ortaya çıkan yanılgı ve sapmalar olmazdı. Halbuki hem müslüman hem de müslüman olmayan işrâkiyyûn (ilhama, sezgici görüşlüler)'da bu tür yanılgılar ve çelişkiler bulunmakta dır[72]
Herşeye rağmen akıl gibi bu "öz akıTın da öz, arı ve katışıksız olması çok zordur. Bu öz akla da normal akılda olduğu gibi dış tesirler olmakta ve insanın içindeki, dışındaki şeyler yansımakta, gölgesi düşmektedir. Bu öz akıl aynası da gerçeğin sağlam fotoğrafını, doğru şeklini, eksiksiz resmini göstermemektedir. İşrâkîlerin kendi çevrelerinin, inançlarının ve kesin kabul ettikleri değerlerin dahi duygu ve kanaatlerine tesirleri olmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki pekçok işrâkçi filozof; sezgi, ilham, duygu ve müş aha d elerinde fazlasıyla başı ayağı belli olmayan o eski Yunan ve Mısır kaynaklı hayallerin, vehimlerin kendilerini desteklediğini görüyorlardı ve insanın dışındaki dünyada hiçbir şekilde var olmayan pekçok varsayımlar onlara gerçekmiş gibi görünüyordu[73]
Sonra da yukarıda geçen sorular, nasıl felsefenin konusundan ve sınırından dışarda ise aynı şekilde işrâkın (ilham ve sezgi) da sınırları dışındadır. Bu işrâkla sadece ruhlar âleminin sırları, enteresan noktaları görülebilir. Bir kısım şekiller göze çarpar, bir kısım renkler görülür, bir kısım sesler işitilir. Fakat Allah Teâlâ'mn iradesi ve isteği hakkında geniş bir bilgisi olmaz, onun şeriat kanunlarından, âhiret âleminin kademelerinden ve onun ahvalinden genel insanlar gibi o da habersizdir.
Gerçekte felsefe ve işrâk görüşünde aynı ruh ve aynı düşünce iş görmektedir. İkisi de gerçeği peygamberlerin aracılığı olmadan kendi çabalarıyla anlamak istemektedirler. İkisinin de hedefi aynıdır. İkisinin de ulaşmak istediği yer tektir, ama gidiş yolu ayrıdır. Aynı havada uçarak (hayalî uçuşla) oraya erişmek ve aynı tünelden (manevî yoldan) gerçeğe ulaşmak istemektedirler. Fakat gerçek ve ilmin özü şudur: Bu gerçekler, Allah'ın kendilerine peygamberlik makamını lütfettiği peygamberlerinin aracılığı olmadan öğrenilemezler. Allah onlara kendi zâtını, sıfatlarını ve yerle göklere hakim oluşunu en iyi bilmeyi ve hoşlandığı, hoşlanmadığı şeylerle birlikte hükümlerini doğrudan bilen bir ilim lütfederek onları kendisi ile insanlar arasında bir vasıta kılmıştır. Onların risaletleri ve peygamberlikleri dünya için Allah'ın en büyük nimetidir. Allah'ın zât ve sıfatları hakkında, hiçbir meşakkate katlanmadan ve hiçbir karşılık almadan verdikleri o muhteşem bilginin bir zerresini bile insanlar, binlerce senelik felsefî dü-, şünce, araştırma, inceleme, ispatlama ve senelerce, süren müşahede ve nefsi arındırma yoluyla elde edemezler. "İşte bu Allah'ın bize ve bütün insanlara bir lütfü ve keremidir, fakat insanların çoğu şükretmezler,"
"Fakat insanların çoğu şükretmezler" buyruğu ne kadar tamamıyla doğru buyurulmuştur. Filozoflar ve işrâkçı hakimler bu peygamberlik makamının kadir ve kıymetini bilmemekteler ve o gerçeklere kendi çabalarıyla ulaşmayı istemektedirler. Aslında ilahiyatın sermayesi olduğu halde, binlerce yıllık araştırma ve çalışmaların sonucu: kendisiyle meşgul olanları, peşinden gidenleri Allah'a yaklaştırıp onunla ilgi kurdurma yerine daha da fazla uzaklaştırarak Allah'ın zâtını ve sıfatlarını tanımayan, Allah'tan ilgisiz ve alâkasız bırakan işte o çelişkili ve birbirini yalanlayan gülünç sözler, görüşler, iddialardır. "Allah'ın nimetlerini küfürle değiştirenleri ve milletlerini felâkete götürenleri görmedin mi?"
İmam-ı Rabbânî Hazretleri, felsefe ve ruhaniyet (maneviyat) denen iki geçidi de çok iyi tanıyan bir kimsedir. Diğer taraftan peygamberlerin getirdiği bilgilerin varisi, vahiy ve peygamberlik makamını tanıyan biridir. O; filozofların, işrâkçılann bu metodunu büyük bir maharetle tenkid etmiştir ki bu tenkidi onun çok yönlü bilgisine ve ilimdeki derin yetkisine delildir.
Bu konu onun yenileme çalışmasının merkezi ve temelidir. Çünkü Allah'ın bütün şeriatı ve dinin bütün sisteminin temeli bu konunun varacağı şu karara dayanmaktadır: İnsan için kesin bilgi ve tereddütsüz inanç elde etmenin vasıtası, kaynağı ve Allah Teâlâ'mn zât ve sıfatları, insanın başlangıcı ve sonu ile kurtuluşu konusunda gerekli bilginin sağlam kaynağı nedir? Acaba inceleme, düşünme, ilmî araştırma, yol göstereni felsefe olan ispatlama mıdır? Veya iç ışığı, ruh aydınlığı, nefsi Öldürme, arıtma, bizzat görme ve kendisine
işrâk felsefesi denen iç duyularla, manevî güçlerle elde edilen bilgi midir? Yahutta bu ikisinin de dışında peygamberlere uyma, onlara iman mıdır? İşte bu; yolların birbiriyle kesişerek üç ayrı yöne gittiği ve ileri gidince de hiçbir yerde ele geçmeyen başlangıç noktasıdır.
Âyet:
"İşte bu Benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse o yoldan gidin. Değişik yollara sapmayın ki, sizi onun yo-, lundan alır götürür. İşte size bunu öğütledi, umulur ki sakınırsınız."
Bu konuda İmam-ı Rabbaninin kaleminden çıkan yüksek bilgilerin, eşine az rastlanır görüşlerin ve onun Mektubât' nida yayılmış olan bu buluşların tercümesi değişik başlıklar altında sunulmaktadır:[74]
Kâinatı Yaratanı İspat Etmek Ve O'nun Yüceliklerini Tanımaktan Aklın Âciz Oluşu:
"Bize ikram ve lütufîarda bulunan, bizi İslâm'a yönelten, bizi Hz. Muhammed (a.s)'in ümmetinden kılan Allah'a şükür olsun. Allah Teâlâ, peygamberleri bize göndermek suretiyle eksik akıllı, kıt anlayışlı olan bizlere kendi zât ve sıfatını öğrettiğinden ve biz kıt anlayışlıların ölçüsüyle kendi zât ve sıfatının yüceliklerini haber verdiğinden ve de sevdiği ve sevmediği şeyleri ayırarak bizim dünya ve âhiret menfaatlerimizi, zararlarımızı birbirinden ayırdığından dolayı peygamberler dünya insanları için rahmettirler. Eğer bu mübarek zâtların ve mübarek varlıklarının aracılığı olmasaydı insan aklı, kâinatı yaratanı isbat etmekten âciz kalır, o mukaddes varlığın (Allah'ın) yüceliklerini tanımakta yeteneksiz, başarısız olurdu. Kendilerini en akıllı, en büyük deha sahibi kabul eden eski filozoflar, kâinatı yaratanı inkâr ediyorlar, akıllarının ermeyişinden dolayı eşyayı zamana bağlıyorlardı. Yeri göğü yaratan hakkında Nemrut'un Hz. İbrahim'le tartışması meşhurdur. Kur'an-ı Kerim'de de zikredilmiştir. Bedbaht Firavun da şöyle diyordu:
"Ey Mısır halkı, benden başka sizin bir mabudunuz olduğunu bilmiyorum." Hz. Musa'ya hitab ederek de şöyle demişti: "Ey Musa, eğer sen benden başka biri- ' ni kendine mabud ve hâkim (ilâh) edinirsen o zaman ben seni de hapsederim." O bedbaht Firavun Hâmân'a da şöyle demişti: "Ey Hâmân!... Göklerin yollarına ulaşıp da Musa'nın ilâhına bakmam için bana yüksek bir köşk yap. Ben onu yalancı sanıyorum."[75]
Özetlersek, deriz ki: Akıl, bu büyük devleti isbat etmekten âciz ve o mübarek peygamberlerin yol göstermesi olmadan o sarayın yolunu bulmaktan mahrumdur."[76]
ALLAH'I TANIMADA ESKİ YUNAN AKILCILARININ AKILSIZLIKLARI
Eski yunan filozoflarının "ilk başlangıç" adını verdikleri kâinatın yaratıcısının ve düzenleyicisinin varlığı hakkında ve onun yaratma işi ile kâinatın meydana gelmesi hakkında filozofların yaptıkları inceleme ve araştırmaların, gözler önüne koydukları tahminlerin ve varsayımların, göklere tırmanan fakat temeli hava üzerine oturtulmuş binalar gibi düşünce yapılarının i-zahları, açıklamaları felsefe kitaplarında, bunlara yapılan tenkidler ise akaid ve kendi ilmî kitaplarında görülebilir. Burada onun izahına imkân yoktur.
Fakat Müceddid-i Elfısâni Hazretlerinin düşüncelerini ve üstün bilgilerini anlamak, eski Yunan kafasının ve hayal gücünün icad ettiği o hayalleri ve varsayımları reddetme yolunda onun kalemindeki bu keskinliğin, ifa d el erindeki bu coşkunluğun nereden meydana geldiğim öğrenmek için, eski Yunan felsefecilerine göre aslında âlemin yöneticisi ve kâinatta etkili olan faal aklın, -filozofların benimseyip ileri sürdükleri ve üzerinde bütün yaratma ve emrin temeli kabul ettikleri- zincirleme ilişkilerini anlamak için birkaç örnek vereceğiz.
Bu örneklerin her bir kelimesine uyan ve uymayan birçok deliller vardır. Fakat burada sadece zincirleme ilişkinin özetini vermekle yetinilecektir:
"İlk başlangıç (Vâcibü'l-Vücûd: Varlığı gerekli olan) her yönden tek olduğundan ve bir'den sadece bir ortaya çıkabildiği herkes tarafından kabul edildiğinden dolayı âlem değişik şeylerden meydana geldiği için o varlığı gerekli olan bir, bu âlemden ortaya çıkamaz. Onun varlığından onun arzu, isteği ve bilgisi olmadan Ön akıl, nasıl ışık lambadan fışkırır çıkarsa öyle fışkınp çıkmıştır. İnsanla birlikte gölge bulunmaktadır.
İlk akıl kendi kendiyle var olan bir varlıktır. O ne cisimdir, ne de bir cisim onun yerine geçmiştir. O kendi nefsini tanımaktadır. Kendi başlangıcını da tanımaktadır. Ona ister melek densin, ister ön akıl densin, isterse daha başka şeyler densin onun varlığından dolayı üç şeyin var olması gerekmektedir.
İkinci akıl (9. kat sema denen) en üstün feleğin nefesi ve o feleğin vücudu, sonra ikinci akıldan üçüncü akıl yıldızlar feleğinin nefesi ve onun vücudu ortaya çıkmıştır.
Sonra üçüncü akıldan dördüncü akıl ve Zühal feleğinin nefesi ve onun vücudu ortaya çıkmıştır. Dördüncü akıldan beşinci akıl ve Müşteri feleğinin nefesi, bundan sonra beşinci akıldan altıncı akıl ve Merih feleğinin nefesi, sonra altıncı akıldan yedinci akıl ve güneş feleğinin nefesi ve vücudu, yedinci akıldan sekizinci akıl ve Zühre feleğinin nefesi, sekizinci akıldan dokuzuncu akıl ve Utarit feleğinin nefesi ve onun vücudu ortaya çıkmış, ondan sonra da dokuzuncu akıldan onuncu akıl ve ay feleğinin nefesi ve vücudu ortaya çıkmıştır.
İşte bu faal akıl denilen en son akıldır. Bununla, faal akim ve feleklerin karakterinin etkisiyle olmayı ve bozulmayı kabul eden bir madde olan ay feleğinin ilâve edilmesi gerekti. Sonra bu maddeler arasında yildizla-
rın hareketlerinden dolayı çeşitli şekilde kaynaşmalar olmaktadır. Bundan da madenler, bitkiler, hayvanlar meydana gelmektedir. İşte on akıl ve dokuz felek bunlardan ibarettir."
Bu ifadeler aslında eski Yunanlıların putçuluklan-dır. Onlar buna felsefe ve ilahiyat adını koymuşlardır.
Zamanla insanlar bunun üzerinde ciddiyetle araştırma, inceleme ve tartışma yapmaya başlamışlardır. Yahutta bu yukarıda anlatılanlar sadece tahmin ve varsayımlar destam ve efsaneciliğidir ki bunun üzerine kendiliğinden Kur'an-ı Kerim'in şu âyeti insanın hatırına geliyor:
"Ben, iblis ve yaranını ne göklerle yerin yaradılışına ne de kendilerinin yaradılışına şahit tutmadım ve hiçbir zaman insanları saptıranları yardımcı edinmiş de değilim."[77]
İmam Gazâlî (bu manzarayı naklettikten sonra) şöyle yazmakla ne kadar doğru demiştir:
"Bu sadece iddialar ve zoraki kabul ettirmelerdir. Hatta aslında karanlıklar üstüne karanlıklardır. Eğer bir adam kendisinin böyle bir rüya gördüğünü anlat-saydı, yani bu fikirleri rüyasında gördüğünü ileri sür-seydi bile bu, onun ruhî dengesinin bozulduğuna işaret[78]
Bir başka yerde şöyle yazıyor: "Bu uydurma sözlere delilerin bile nasıl inandıklarına hayret ediyorum. Kaldı ki kendi iddialarma göre; akıl ve mantık konularında yağdan kıl çeker gibi incelikleri gören üstün akıllılar, dahîler buna nasıl i
Bu filozoflar Allah'tan bütün kemal sıfatlarını ve bütün yaratıkları yaratma ve biçim verme sıfatını tutmuşlar ve Allah'ı tamamen hareketsiz, dilemesi ve iradesi olmayan bir ölçü içine koymuşlardır. Bütün bunları da kendilerine göre varlığı mutlak olanı (Allah) yüceltmek ve noksan sıfatlardan tenzih etmek için yapmışlardır.
İmam Gazâlî bu konuda kendinden geçerek şöyle yazmaktadır:
"(İlk başlangıç; yani yaratıkların yaratılmaya başlandığında ona sebep olan ilk var olan)ı büyütmede öyle aşırılığa gittikler ki; sonunda azametin (büyütmenin) bütün şartlarını ve ona gerekli olan şeyleri bâtıl kabul ettiler. (Kendi felsefelerinde) Allah Teâlâ'yı sanki dünyada ne olduğundan hiç haberi olmayan bir ölü gibi gösterdiler. Sadece şurası bir üstünlük ki, onun şuuru var, (Ölünün ise şuuru da yok).
Allah Teâlâ böyle düşünen insanlara, kendi yolundan sapan ve hidâyet yolunu terkedenlere ve;
"Ben o inkarcıları ve müşrikleri, yeryüzünün ve göklerin yaratılışı sırasında ve kendileri yaratılırken şahit kılmadım." âyetini inkâr edenlere yaptığını yapar.
Allah'ın fiillerinin gerçek durumunu insan yetenekleri tamamen kavrar diyerek Allah Teâlâ'ya kötü zan-da bulunanlar ve sağlam akıl varken insanın peygamberlere tabi olmaya ihtiyacı yok diyerek kendi akıllarının herşeyi bilip görebileceğini ileri sürenler sonunda o hale eldiler, akıl ve mantık sözü diye öyle gülünç iddia-
14. Tehâfütü1 l-Felâsife, s.33.
lar ve görüşler ileri sürdüler ki, biri bunların rüyada gördüğünü söyleseydi yine de onun bu sözünün bir deli saçması olduğuna inanılırdı."[79]
Bütün bunları gördükten sonra peygamberliğin ne büyük ni'met olduğunu insan takdir ediyor. "Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık. Şüphesiz Rabbimizin elçileri olan peygamberler hakkı, doğruyu, gerçeği bize getirmişlerdir." âyeti gözler önüne geliyor.
Filozofların ve üstün akıllı o kişilerin kendilerine yakıştıramadıkları hatta en basit yaratıklara bile lâyık görmedikleri o sıfatlan nasıl Allah'a lâyık gördükleri ve Allah'ı hareketsiz, iradesiz, bilgisiz kabul etmeleri, buna da onu yüceltme demeleri insanı şaşırtıyor. İşte bu; aklın güçsüzlüğüne ve akılları, mantıkları matematik ve teknik ilimlerinde bile başarılı olan o filozofların ilahiyat meselelerindeki başarısızlıklarına ibretli bir örnektir.[80]
İmam-ı Rabbânî'nin Yunan Filozoflarını Tenkidi:
Şimdi İmam-ı Rabbâm Hazretlerinin çeşitli mektuplarından alınmış olan aşağıdaki şu buyruklarına bir göz atınız:
"Akıl Allah'ı tanıma konusunda eğer yeterli olsaydı o zaman aklı kendilerine rehber edinen Yunan filozofları dalâletin, yanılgının çölünde yollarını şaşırıp kalmazlardı da Allah Teâlâ' yı başka şeylerden daha çok tanırlardı.
Halbuki Allah Teâlâ'nm zâtı ve sıfatları konusunda en cahil insanlar bu kişilerdir. Çünkü onlar Allah'ı tamamen hareketsiz, iradesiz, güçsüz kabul etmişler; bir tek şeyden başka (faal akıldan başka) onu herhangi bir şeyin yapıcısı ve yaratıcısı kabul etmemişlerdir. Onların düşüncesine göre faal akıl da bir dileme sonucu değil mecburi olarak Allah'tan meydana gelmiştir.
Onlar kendilerinden bir faal akıl ortaya dikmişler; olayları, yeri ve gökleri yaratıcısından uzaklaştırarak ona bağlamışlardır. Yaratılan herşeyi gerçek yaratıcıdan alarak kendilerinin şekil verip ortaya koydukları faal aklın eseri kabul etmişlerdir.
Çünkü onlara göre bir sebebe dayanan şey; ona en yakın sebebin sonucu olarak ortaya çıkar. Sebebe dayalı olarak ortaya çıkan şeyin elde edilmesinde uzak sebebin hiç bir rolünün ve etkisinin olmadığına inanırlar.
Cahillikleri yüzünden; bu şeylerin Allah'la ilgisi olmadığına, onların Allah tarafından yaratılmayıp onun tarafından idare edilmediğine inanıyorlar, bunu da Allah'ın kemal sıfatı olarak kabul ediyorlar. Allah'ın hareketsiz ve güçsüz olduğuna inanmalarına onu yüceltme diyorlar. Halbuki Allah Teâlâ kendine, "yer ve göklerin yaratıcısı" demekte ve "doğunun ve batının Rabbi" ifadesiyle kendini tanıtmaktadır.
Kendi düşüncelerine göre, bu akılsızların Allah'a hiçbir ihtiyaçları yoktur, onun huzurunda hiçbir acizlik gösterme, ona yalvarma diye de bir şey yoktur. Mecbur, kalındığı zaman bu kendi "faal akıl" uydurmalarına başvururlar ve ihtiyaçlarım gidermesini ondan isterler
Çünkü onlara göre asıl kudret ve irade sadece onundur. Hatta "faal akıl" onların düşüncelerine göre yaptığı işlerde zorunludur, onları yapmaya mecburdur ve kendi iradesinin dışındadır.
Bu bakımdan ondan insanın kendi ihtiyacını gidermesini istemesi akıl dışı bir harekettir. Kur'-an-ı Ke-rim'de, "O kâfirlerin hiçbir hâmisi ve yardımcısı yoktur." buyurulduğu gibi gerçek şu ki, onların da hiçbir hâmisi, yardımcısı yoktur. Eşyaları düzenleyen akıl nihayet nedir ki, olayların ortaya çıkışı ve yaratılması ona bağlanıyor?
Sadece onun var olması konusunda binlerce itirazlar yapılmış, sözler söylenmiştir. Çünkü onun varlığı ve sübutu İslâm'm sağlam kaidelerine göre eksik ve yetersiz olan, sadece felsefenin düzmecesi olan önermelerine dayanmaktadır.
Eşyanın herşeye gücü yeten ve istediğini istediği şekilde yapan mutlak yaratıcıdan ilgisini keserek ancak mevhum, hayalî ve olmadığı halde varsayılan bir şeye bağlayan kişi mutlaka ahmak olmalıdır. Hatta bu şeyler, kendilerinin yaratılışının, felsefenin ortaya koyduğu asılsız bir şeye bağlanmasından dolayı binlerce defa utanmakta ve arlanmaktadırlar. Hatta bu şeyler varlıklarının asılsız tahmine dayalı bir şeye bağlanması ve mutlak irade ve kudret sahibi Allah'a bağlı olma saadetinden mahrum olmaları karşısında kendilerinin yok olmalarına razı olacaklar ve var olmaktan asla memnun olmayacaklardır.
Kur'an-ı Kerim'de:
"Onların ağzından çıkan büyük bir sözdür. Onlar îi ancak yalan söylüyorlar." buyuruluyor.
Dârü'l-harpte bulunan kâfirler, putperest olmalarına rağmen bu topluluktan (filozoflardan) daha iyidirler. Çünkü sıkıntılı ve zor anlarında Allah Teâlâ'ya sı-ğmmaktalar ve putları onun huzurunda şefaat etmele-
ri için aracı yapmaktadırlar.
Bundan daha da çok tuhaf olanı şu ki: Bir zümre insanlar; bu ahmakları (Yunan filozoflarını) filozof adıyla anmakta ve onları akıl ve mantık temsilcileri bilmektedirler.
Bu filozofların pek çok meseleleri, özellikle ilahiyat konusundaki görüşleri yanlıştır. Kitap ve sünnete aykırıdır. Sermayeleri katmerli cehalet olan bu adamlara filozoflar denmesi nedendir. Nasıl olur da onlara böyle üstün payeli sıfatlar verilebilir? Ancak alay ve eğlence için ise, bu olabilir. Veya kör birine gören kimse denmesi gibi deniliyorsa buna da bir şey diyemeyiz."[81]
Akıl Dinin Bildirdiği Gerçekleri î Bulmada Yetersizdir:
"Bizi kendine yönelten Allah'a şükür olsun. Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz doğru yolu bulamazdık. Şüphesiz Rabbimizin gönderdiği peygamberler hak ile gelmişlerdir.
Peygamberler göndermesi iyiliğine karşılık hangi dille hamd ve şükür îfa edilmeli, hangi gönülle bu ikramı yapan Allah'a inanılmak ve o organlar nerededir ki, güzel ameller yaparak o büyük nimetin karşılığı verilmeli?
Eğer o zâtların mübarek varlıkları olmasaydı, bizim gibi kısa görüşlü insanlara yer ve gökleri yaratanın varlığına ve onun bir tek olduğuna inanmak için kim önderlik edecekti.
nEski Yunan filozofları çok zeki olmalarına rağmen yerleri gökleri yaratan "Şanı Yüce Allah"ın varlığına bir yol bulamadılar da kâinatın varlığım "Dehr"e (Zaman) bağladılar. Ne zaman ki her geçen gün peygamberlerin anlattıkları ve verdikleri mesajlar aydınlığa kavuştu, işte o zaman daha sonra gelen filozoflar bu ışıklar sayesinde eski filozofların görüşlerini reddettiler ve şanı yüce yaratıcının varlığına inanarak onun bir tek olduğunu kabul ettiler.
Öyle ise bizim aklımız peygamberlik nurlarının yardımı olmadan bu işi beceremez; bizim anlayış ve idrâkimiz peygamberlerin aracılığı olmadan bu dinî gerçekleri kavrayamaz."
"Peygamberliğin ölçüsü akıl ve düşüncenin ölçüsünden ileridedir. Akim kavramakta yetersiz kaldığı meselelerin isbatı, peygamberlik ölçüsü ve yolu ile olmaktadır. Eğer tek başına akıl bunları kavramakta yeterli olsaydı, peygamberlerin gönderilmesine ne gerek vardı ve âhiret azabı neden onların gönderilmesine bağlı kılındı?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Biz peygamber göndermediğimiz sürece azab edici değiliz."[82]
Her ne kadar akıl bir delil ise de tek başına kesin bir delil değil ve kendisinin delil olmasında kusursuz da değildir. Kusursuz delil ve mutlak ispat peygamberlerin gönderilmesiyle gerçekleşmiş ve Allah önünde sorumlu olan (mükellef olan) kimselerin mazeret ileri sürmede ağızları kapatılmıştır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Müjde veren ve korkutan peygamberler gönderdik; tâ ki o peygamberlerin gönderilmesinden sonra insanların Allah karşısında hiçbir mazeret olarak ileri sürecekleri delilleri kalmasın. Allah herşeye gücü yeten ve hikmet sahibi olandır."[83]
Bazı konuları kavramakta aklın âciz ve yetersiz kaldığı isbat edildiğine göre, bütün şeriat emirlerini akıl terazisine vurmak hoş değildir. Daima bu meseleleri, hükümleri akla uygun düşürmeye çalışmak, ona bağlı kalmak aklın herşeye yeterli olduğuna inanmaktır ve peygamberlik ölçüsünü, yolunu inkâr etmektir. Allah bizi bundan korusun. "[84]
AKLIN KATIŞIKSIZ VE ÖZ OLMASI MÜMKÜN OLMAYIP İLÂHÎ HAKİKATLERİ BULMAK İÇİN YETERLİ DEĞİLDİR
Hicrî 10. asırda (M. 16. asır) bütün dünyaya, özellikle İran ve Hindistan'a eski Yunan felsefe öğretimi hâkim olmuştu. Aristo ve Eflatun'u kusursuzluk, hatasızlık ve mukaddeslik derecesine ulaştıran bir anlayış yayılmıştı. Bu devirde akılcılık, kafalara kendi damgasını vurmuştu. Akıl prensipleriyle mantıklı ölçüde bir görüşe ulaşıldığı ve eski Yunan filozoflarının kesin ve açık biçimde ileri sürdükleri görüşler sözkonusu olduğu zaman ağızların tutulup gözlerin şaşırıp bakakaldığı, hatta akıl ve mantıkçıların, o iddiadan ibaret gerçekler önünde secdeye kapandığı, -Allah'ın desteğinden ve en üstün derecede bir düşünce yapısına sahip olmaktan başka bir şekilde yorumlamanın mümkün olmadığı- bir devirde îmam-ı Rabbânî'nin ortaya çıkarak; bildiğimiz kadarıyla en azından İslâm âlimleri arasında ilk defa sesini yükseltmesi ve şöyle demesi insanı hayrete-düşüren bir şeydir:
"Aklın katışıksız, saf olması, beden yapısıyla olan' ilişkisinden, çevresine yayılmış olan vehim ve hayallerden, inanç ve dogmalardan, hatta ruhî temayüllerin kök saldığı ahlâk duygularından ve bedenî isteklerden etkilenmemesi, bunlardan kurtularak tek başına serbestçe düşünme görevini yapabilmesi hemen hemen imkânsızdır. O derecede ki, eğer akla ilham ve nefis arınmasının yardımı da olsa yine de; iç ve dış etkilerden, eğitimin ve öğretimin, toplumun, çevrede kesin çizgilerle benimsenmiş fikirlerin etkisinden kurtularak meselenin gerçeğine ulaşması imkân dışıdır. Bunun istisnası olsa da istisnanın hiçbir değeri yoktur. "
İmam-ı Rabbânî'nin bu görüşü ve Mektubât' ında ısrarla tekrar tekrar bunun üzerinde durması, o dönemden ve kendi çevresinden dolayı değildir. Aksine ilim ve düşünce dünyasında bir buluş ve öyle inkılapçı, cesaretli bir ilandır ki, hâlâ şu ana kadar doğru bir şekilde onun kadir ve kıymeti anlaşılamamıştır. Halbuki İmam-ı Rabbânî'nin bu buluşu; üzerinde uzun uzun araştırma ve incelemeler yapılmasını gerektirecek değerde bir konudur.
Müceddid-i Elfisâni İmam-ı Rabbânî Hazretlerinden 200 sene sonra meşhur Alman filozofu Emanuel Kant'm (1724-1804) ortaya çıkıp; aklın katışıksız ve soyut olması, onun çevreden, kalıtımdan; âdet, alışkanlık ve inançlardan etkilenmeden, serbestçe kusursuz karar verme yeteneği üzerinde ilmî ve araştırıcı bir inceleme başlatması enteresan ortak bir düşünüş ve İmam-ı Rabbânî ile aynı anlayışı paylaşan şaşılacak bir olaydır.
Kant; aklın sınırını cesaretle, açıklıkla belirlemiş, 1781 yılında düşünce dünyasında fırtınalar koparan Saf Aklın Tenkidi isimli eserini yayınlamıştır. Bu eseriyle düşünce ve felsefe dünyasında dalgalanmalar meydana getirmiş, kıyametler koparmıştır. Dr. Sir Mu-hammed İkbal'in ifadesiyle; "Aydınlık düşüncelilerin ortaya koydukları değişmez gerçek zannedilen görüşleri, kül yığınına çevirmiştir." Batıda Kantin bu düşünce zaferinin ihtişamı büyük bir tantanayla itiraf edilmiş ve onu övenler; "O, Alman milletine Allah'ın en büyük hediyesidir" diyecek noktaya varmışlardır.
Yeni Felsefe Tarihi kitabının yazarı Herold Hoff-ding, Kant'm bu kitabı üzerinde görüşünü açıklarken şöyle yazmaktadır: "Bu kitap, felsefenin ölümsüz değer taşıyan bir eseridir. Nereye gideceğini bilemeyen, yolunu şaşırmış insan düşüncesine eliyle yön gösterme görevini yapmıştır[85]
"Kant'a göre düşünce; görevine iddialı biçimde başlar. O peşin fikirli olmadan çok kere ön yargısız bir şekilde kendi yeteneklerine, kendi varsayımlarına ve prensiplerinin doğruluğuna güvenir. O, ben bütün sorunları çözebilirim, kâinatın özüne ve bütün gerçeğe ulaşabilirim diye kesin inanç taşır. Bundan sonra öyle bir donem gelir ki, düşüncenin inşa ettiği bu yapının feleklere kadar ulaşamayacağını, matematikle kendisinin çizdiği düşünce planlarının uyuşamadığını görür. İşte bu, şüpheye düşme zamanıdır. İddiacıların ve şüphecilerin ikisinin de gözardı ettiği bir meselenin daha bulunduğunu görür. O mesele de şudur: Kendi aklımızın ve kendi bilgimizin mahiyeti hakkında araştırma yaparak kendimizde eşyaları anlamak için ne tür yetenekler, güçler bulunduğunu ve bunların yardımıyla nereye kadar gidebileceğimizi öğrenmemiz gerekir.''[86]
Bundan sonra, artık Hindistan'ın sınırlı medrese ve ilim çevresinde yetişmiş, felsefe ve mantık yerine Hz. Peygamber'in getirdiği bilgileri, marifeti ve Allah'ın rızasını elde etmeyi hayatının amacı yapmış bir müslü-man düşünür ve bilginin; felsefenin çetrefilli, dağdağalı üslubundan uzak kalarak saf akim tenkidi üzerinde herkesin anlayacağı, tatmin olacağı tarzdaki ifadelerini okuyunuz. İmam-ı Rabbani; "Akıl; kendi yapısı ve varlığı bakımından her ne kadar ilâhî hükümlerde eksik ve yetersiz ise de, nefsin arındırılıp tezkiye edilmesinden sonra bir ilgi ve Allah'ın zâtı ile niceliksiz bir ilişki kurarak oradan hükümleri alması ve melek aracılığıyla olan peygamberliğe gerek kalmaması neden olmasın?" sorusuna şöyle cevap vermektedir:
"Akıl; isterse o ilgi ve ilişkiyi kursun yine de kendisinin, vücud yapısıyla yani bedenle olan ilgi ve ilişkisi tamamen ortadan kalkmaz, tam bir serbestlik ve katışıksız bir saflık meydana gelemez. Şüphe daima onun eteğine yapışıktır. İhtimaller,ve hayaller onun düşüncesini hiçbir zaman başıboş bırakmaz. Öfke ve arzu dürtüleri gölge gibi onunla birlikte bulunur. Hırs ve hevesin kötü sıfatlı düğmesi onun eteğine iliklenmiştir. İnsanın ayrılmaz özelliklerinden olan unutma ve dalgınlık ondan asla uzak bulunmaz. İnsan hayatının Özelliklerinden olan hata ve yanılma onun yaRasmı bırakmaz. Öyleyse akla güvenilemez.
Akim aldığı kararlar ve onun ortaya koyduğu hükümler; şüphe, vehim ve hayalin etkisinden kurtulamaz. Akıl, unutma iptilasmdan ve yanılma şüphesinden kurtulmuş değildir.
Buna karşılık bu kusurlu özelliklerden arınmış olan ve bu eksikliklerden uzak olan melek hiçbir olumsuz etkiye sahip değildir, kusursuzdur. O halde o tereddütsüz güven duyulmaya lâyıktır. Onun (peygambere Allah'tan emirler getiren, peygambere aklın ermediği bilgileri ulaştıran meleğin) getirdiği hükümler; şüphe, vehim ve hayal karışmasından, unutma ve yanılma şüphesinden korunmuştur.
Bazen akıl; ruhanî yolla elde ettiği bilgileri kendi
ölçüsüne göre kesinlik kazanmış olan (fakat gerçek olmayan, vehim, hayal veya herhangi bir başka yolla elde edilen) bir takım prensiplerin güç ve algılarına kadar ulaştırdığını hisseder."[87]
İÇE DOĞUŞÇULAR VE NEFSİ ARINDIRMA
Kesin inanca varmanın, doğru bilgi elde etme ve ahlâkı güzelleştirmenin ve nefsi kötülüklerden arındırarak bu yolla insan toplumunu düzenlemenin ve sağlam bir medeniyet kurmanın; kusursuz, ayıpsız vasıtasının ilham, içe doğuş ve ruhçuluk olduğu, eskiden beri kabul edilegehniştir. Eski devirde Mısır ve Hindistan bunun en önemli iki merkeziydi. Bu akımın gelişmesindeki, onun herkes tarafından beğenilmesindeki asıl sebep; eski Yunan ve Roma'da ortaya çıkan doğu-batı akılcılığının, dinlerinin birleştiği, buluştuğu kavşak olan Mısır'ın İskenderiye şehrini kendine merkez yapan, bir taraftan aşırı akılcılığa diğer taraftan delicesine duyguculuğa (manevî hislere, ruhî duygulara) karşı çıkmaya bir tepki gösteriştir.
Bu felsefenin, bu akımın propagandacıları ve ona bağlananlar şöyle demektedirler: Kesin inanca ulaşma-, nın ve sağlam bilgi elde etmenin en iyi yolu müşahede (gözle görme)dir. Bu ise iç ışığı, nefis temizliği ve iç duyguyu uyandırmakla elde edilir. Gerçeklerin bulunmasında işte bu saf ve katışıksız akılla (içe doğuş felsefesi ile) ve işte bu iç ışığı (iç nuru) ile mümkün olur. Bu da sürekli ibadet, nefse karşı koyma ve murakabe (kişinin iç dünyasına yönelerek kendini ve ruh dünyasını kontrol altında tutması) ile meydana gelir.
Bu iddia ve görüş kabul edilirse o zaman insan içinde beş duyunun dışında altıncı bir duyunun (manevî duyunun) faaliyet gösterdiği ortaya çıkar. Bunun faaliyeti sonucu olarak (bu duyunun müşahede denilen sezgileri sonucu olarak) görünmeyen nurlar, işitilmeyen sesler ve önceden bilinmeyen gerçekler ortaya çıkmaya başlar. Fakat insanın diğer duyuları gibi bu duyunun da sınırlı olup yanılmaya, yanlış anlamaya yakalanmayacağının garantisi var mıdır? Eğer bu garanti olsaydı sonuçta elde ettiği hükümlerde çelişki, çatışma, tereddüt ve şüphe bulunmamalıydı. Fakat işrâkiyet (ilham ve içe doğuş felsefesi)in tarihi gösteriyor ki, bu manevi duyu (sezgi)nun algılarında ve ortaya koyduğu kanaatlerde ve sezgilerde de eski Yunan filozoflarında ve doğu akıl ve mantıkçılarında görülen çelişki, ihtilâf ve. zıtlıklar bulunmaktadır. Ne zaman ve hangi tarihte başladığı bilinmeyen eski içe doğuşçuluğu bir tarafa bırakarak yeni içe doğuşçuluğu (Neo-Plâtonizm) ele alınız. Bu akımın, bu ekolün önderlerinin dinî inanışları üzerinde sıralanmış hareketlerinde açık tezatlar görülmektedir. * Plotinus, kendi döneminin din düzenine ve herkes tarafından benimsenen ibadet şekillerine inanmayan hür karakterli bir filozoftu. O iş ve hareket yerine düşünme ve murakebeye ağırlık vermektedir. Fakat onun yetiştirdiği talebesi olan Porphyry ibadete düşkün koyu bir sofistdir. Plotinus; insan ruhunun hayvanların hayatında tecelli ettiğine inanmakta fakat Porphyry bunu kabul etmemektedir.
Bu görüşün üçüncü ünlü önderi Proclus bütün Mısır merasimlerine, dinî kutlamalarına bağlıydı. Günde üç kere güneşe tapardı. Onun inancı çeşitli inançların, görüşlerin bir bileşik macunuydu.
Bunların hepsi de nıüşahade erbabı, kesin bilgi iddiacıları olan kimselerdi.[88]
İçe doğuşa ve sezgi gücüne tam olarak güvenen müslüm ani arın manevî algılarında, sezgilerinde de pekçok çelişki görülmektedir. Bir sezgici diğer sezgici-den ayrı görüş belirtmekte, diğerinin sezgisini gerçeğe aykırı bulmaktadır. Bazen de onu sarhoşluğa (cezbeden dolayı kendinden geçmeye) ve vecdin kaplamasına atfetmektedir. Zihnin ve felsefe kitaplarının dışında başka hiçbir yerde bulunmayan akıllarla bu sezgi sahipleri tokalaşmakta ve onlarla buluştuklarını ileri sürmektedirler. Daha nice böyle iddialar ileri sürmekteler. Tasavvuf tarihi bunun örnekleriyle doludur.[89]
İçe Doğuşçuluğun Önderlerinden Sühreverdî-i Maktul:
Müslüman içe doğuşçular (ilhamcılar) içinde H. 6. • asır (M. 12. asır)ın Maktul lakabıyla tanınan ilhama, içe doğuşçu hakimi Şihabeddin Sühreverdî (H. 549-587) özel bir üne sahiptir. O, İslâm karşıtı ve bozguncu' inanç ve düşüncelerinden dolayı Sultan Zâhir'in emriyle H. 587 yılında katledildi. Kendisine meşşâî ve tasav-' vufçu diyordu. Onda bu meşşâî kavramlarla birlikte, Den Bergh'in ifadesiyle; "Müslümanların eski Yunan kaynaklı görüşlerinden, inançlarından ve birleşik dinlerden aldıkları her tür tasavvuf felsefesi vardır."
İslâm Ansiklopedi si'nin adı anılan bu yazarının ifadesiyle; "Aslında bu, eşyanın asıl ve temel gerçeği kabul edilen Yeni Eflâtunculuk ışık teorisidir."
Şehrzorî şöyle yazmaktadır: "O iki felsefeyi de yani duyu felsefesi (ilhama, içe doğuş felsefesi) ile, araştırma felsefesi (meşşâî felsefesi)ni birleştirendi."
Onun önemli kitabı Hikmet el-îşrâk' dır. Büyük âlim .Kutbuddin Şirâzî bunu şerhetmiş ve Şerhu Hikmet el-îşrâk adıyla ilim ve eğitim dünyasında ün salmıştır.
İşrâk lideri Sühreverdî'ye göre, akılların sayısı 10'la sınırlı değildir. Aksine her tür için o türü koruyan bir akıl vardır. Sühreverdî bunlara soyut ışıklar demektedir. Ona göre gök (uzay) canlı bir yaratıktır. Onda kendisine hareket sağlayan soyut bir nefis bulunmaktadır. O yok olmaktan, bozulmaktan korunmuştur. Uzayda canlılık bulunmaktadır. Bu bakımdan onun duyuları da vardır.
Şihabeddin Sühreverdfye göre; bütün uzay canh bir yaratıktır. Üstün ışıkların yani soyut âlemin etkisi bu uzay üzerine yıldızlar aracılığı ile olmaktadır ve ancak onun aracılığıyla bedenî kuvvetler, canlıların yapısındaki güçler harekete geçmektedir. En büyük yıldız güneştir. İçe doğuşçularm dininde (görüşünde) ona saygı göstermek şarttır.
Kâinat âleminde doğrudan ve dolaylı olarak sadece ışığın hâkimiyeti ve idaresi vardır. Hareket ve hararet ışıktan meydana gelmektedir. Bu iki özellik, bu iki unsur ateşte hepsinden daha fazla bulunmaktadır. Nefis, nasıl ruhlar âlemini aydınlatırsa, aynı şekilde ateş cisimler âlemini aydınlatır. Allah her âlem (evren)de' kendine bir halife belirlemiştir.
Akıllar âleminde ilk akıl, felekler âleminde yıldızlar ve onların canlılıkları, cisimler (unsurlar) âleminde beşerî nefisler ve yıldızların ışıkları ve Özellikle gece karanlığında ateş onun halifeleridir. Yani onu düzenle-
mekte ve yönetmektedir. En büyük halifelik peygamberlerin olgun ve ergin nefislerine nasip olmaktadır. Küçük halifelik ateşle ilgilidir. Çünkü karanlık gecelerde o üstün ışıkların ve yıldızların parıltılarının yerini tutmaktadır. Ateş, gıdaları ve ham şeyleri pişirmekte, olgunlaştırmaktadır.
Sühreverdî'ye göre, âlem kadîm (başlangıçsız)dir. Zamanın başı ve sonu yoktur. O tenasühe (ölen kişinin ruhunun yeni doğan birine geçmesine) inanmamakta-dır,ama onu inkâr da etmemektedir. "Çünkü bu konuda iki ayrı görüş ileri sürenlerin yani tenasühe inandığını veya inanmadığını iddia edenlerin öne koydukları deliller tatmin edici değildir."[90]
Doğuda içe doğuşçuluğun lideri olup Şeyh el-İşrâk unvanını kazanan, keskin zekâsı, derin bilgisi, iffetli yaşayışı ve herkesten ayrıcalığı çağdaşları tarafından da kabul edilen, devrinin başta gelen bu ilhamcı hakimini, onun içe doğuşçuluğu ve nefsi arındırması; kendisini eski Yunan varsayımlarını, İran ve mecûsi saçmalıklarını benimsemekten alakoyamamış ve o Hz. Muhammed'in peygamberliğinden, O'nun getirdiği hidâyet yolundan, din ve dünya saadetinden ve sağlam bilgiden yoksun kalmıştır.
O dengesiz, düzensiz, ızdırap ve sapmalarla dolu başarısız bir hayat yaşamış ve arkasında doğru yolu gösteren insanların yararına olan bir sistem bırakmadan dünyadan göçüp gitmiştir.[91]
Akıl ve Sezginin İkisi de Aynı Geminin öl Yolcusudur:
Kant, saf aklın varlığı konusunda çok şüphe göstermiş ve katışıksız, iç ve dış etkenlerden etkilenmemiş hür bir aklın olmasının hemen hemen imkânsız olduğunu ifade etmiştir. Fakat o manevî sezgi ve manevî ilim âleminden habersiz olduğu için daha ileri gidememiş, daha fazla bir şey söyleyememiştir.
Bu denizin de dalgıcı olan İmam-ı Rabbânî Hazretleri; bir adım daha ileri atarak, halis sezgi ve halis ilhamın zor ve ender görüldüğüne geniş ışık tutmuş, peygamberlerin ve onların peygamberliklerinin aracılığıyla genel ve tüzel bütün insanlarm öğrenip kavradığı görünmeyen gerçeklere ve şüphe götürmeyen bilgilere, nefsi arındırma ve içe doğuş yolu ile dahi ulaşılamayacağını isbat etmiştir. Bu şekilde peygamberlik olmadan ne marifete (insan gözünden perdelenmiş gerçekleri tanımaya) ulaşılabilir, ne kurtuluş elde edilebilir, ne de gerçek ruh ve nefis arınması sağlanabilir. Bu konuda onun mektuplarından şu birkaç alıntıyı okuyunuz:
"O cahillerden (filozoflar) bir grup, peygamberlerin yoluna bağlı kalmaksızın, -her devirde peygamberlere bağlı kalıp onların peşinden giden- Allah yolcusu tasa vvufçuları taklit yolunda onlar gibi olmak için riyâzat ve mücâhede yolunu benimsediler, kendi dönemlerinin armmışlığma aldanarak kendi hayal ve rüyalarına güvendiler. Kendi hayalî sezgi ve ilhamlarım kendilerine rehber yapıp onların peşinden gittiler. Böylece "dallû fe edallû" (hem saptılar, hem de saptırdılar.) Onlar, bu temizliğin dalâlet yolunu gösteren nefis temizliği olup hidâyet kapısı olan kalp temizliği olmadığını bilmiyorlar. Çünkü kalp temizliği ve gönlün bütün pisliklerden arındırılın ası, peygamberlere bağlı olup onların peşinden gitmekle mümkündür. Nefsin temizlenmesi de (ıslah ve arındırılması) kalbin kötülüklerden arındırılmasına bağlıdır. "Onun nefsini terbiye ve ıslah etmesi şartıyla" yüce Allah'ın nurlarının tecelli ettiği yer olan kalbin kapkara olmasıyla birlikte arınmış olan nefis; gizli düşman yani melun şeytan ışık altında iyice görsün de evi alt üst etsin diye yakılan bir lambaya benzer.
Sözün özü şu ki: Mücahede ve riyâzat yolu, Allah tarafından gönderilen emirleri tebliğ edip duyuran peygamberlerin onayladıkları gerçeklere uyduğu sürece geçerli olacak, sağlamhk ve güven kazanacak ve peygamberler bu yolun yardımına koşacaktır. O zatların sistemi, metodu, yolu; yanılma ve hatadan korunmuş olan meleklerin gelişi sebebiyle melun düşman şeytanın şerrinden korunmuştur. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Benim has kullarıma (ey şeytan) senin hiçbir hâkimiyetin olmayacaktır."
O mübarek peygamberlerin izinden yürüyen ve onların peşinden giden kimselerin dışındaki diğer insanlara bu şeref nasip olmaz ve bu melun şeytanın tuzağından kurtulmuş olmaları da düşünülemez. Şeyh Sadi ne kadar doğru söylemiş:
"Ey Sadi, Hz. Muhammed Mustafa'nın peşinden gitmeden,
Huzur ve saadet yolunu bulmak imkânsızdır.”[92]
Sezgide Dış Etki
"Şurası iyice bilinmeli ki, sezgide yanılma daima! şeytanın insan içine bir şey sokmasından dolayı olmaz. Çok kere öyle olur ki, bazı gerçek olmayan ve doğruluktan uzak kararlar, hükümler, düşünme melekesinin; içine girerek yerleşir. Bu hususta şeytanın hiçbir rolü| olmaz, bu düşünceler dışarıda şekillenerek gelirler. İş-ı te bu çizgide olanlardan biri şudur:
Bazı kimseler rüyalarında Hz. Peygamberi görürler1 de ondan öyle bir takım emir ve hükümler alırlar ki şe-ı riatın belirlediği meselelere ve sahih hadislere ters dü-1 şer. Bu durumda bir rüyaya şeytanın müdahalesi, etki-' si düşünülemez. İslâm âlimleri, şeytanın Hz.Peygam-1 ber'in şekline giremeyeceğini güçlü kaynaklardan çı-ı kardıklarına göre, bu durumda düşünme merkezinin,, gerçek dışı bir şeyi gerçekmiş gibi hayalde canlandır-masıdır."[93]
Bir başka mektubunda şöyle buyuruyor:
"Nefis isterse arınma ve tezkiye yoluyla nefs-i mut-, mainne (bütün kusurlardan arınmış nefis) haline gel-: miş olsun yine de o, kendi sıfatlarından (özelliklerinden) tam olarak sıyrılamaz. Bu bakımdan yanlışlığın, hatanın onun içine yol bulması imkânı vardır."[94]
FİLOZOFLARLA PEYGAMBERLERİN ÖĞRETİLERİ ARASINDAKİ ÇELİŞKİ
Bunları yazdıktan sonra İmam-ı Rabbânî, asırlardan beri sürüp gelen ve aralarında bir uyuşma imkânı olmayan filozoflarla peygamberlerin anlattıkları sözler, insanlara öğrettikleri bilgiler arasındaki açık çelişkiye ve filozofların "dağları oyup saman çöpü elde etme"ye benzeyen akıl yürütmelerine ve yüksekten uçmalarına işaret ederek şöyle buyurmaktadır: [95]
Filozofların Yanlış Yolu:
"Filozofların eksik aklı sanki peygamberlik yoluna tamamen zıt ve ona karşı olan bir kıyı üzerinde durmaktadır. Kâinatın başlangıcı hakkında ve âhiret hakkında da onların görüşleri, prensipleri, bakış açıları peygamberlerin (a.s.) öğretilerine, getirdikleri bilgilere tamamen zıt ve aykırıdır. Onlar ne Allah'a imanı sağlam bir şekilde anlamışlar, ne de âhirete imanı. Kâinatın kadîm (başlangıçsız) olduğuna inanırlar. Halbuki her dinden ve milletten insanlar kâinatın bütün parçalarıyla birlikte sonradan yaratıldığına inanmakta birleşmişlerdir. Aynı şekilde kıyamet kopacağı şurada olacağı bildirilen göklerin parçalanmasına, yıldızların yerinden kopmasına, dağların parça parça olmasına, denizlerin savrulmasına inanmamaktadırlar. Yine ölmüş vücutların tekrar dirileceğini, bu konuda Kur'an-ı Kerim'in kesin açıklamalarını inkâr etmektedirler.
Kendilerini İslâm zümresi içinde sayan bu filozofların daha sonra gelenleri de aynı şekilde felsefelerinin prensiplerine sarılmış durumdadırlar. Kâinatın, yıldızların ve daha öteki şeylerin kadîm olduğuna inanırlar. Onların son bulup yok olmayacağını iddia ederler. Onların gıdaları, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiklerini yalanlamak, rızıkları ise dinin temelini oluşturan meseleleri inkâr etmektir. Bunlar ne biçim mü'min ve müslüman-lardır ki, Allah ve Peygamberi ne buyurmuşsa onu kabul etmezler. Bundan daha ileri derecede ahmaklık olmaz. Şairin biri ne güzel demiş:
"Felsefe kelimesinin harflerinin çoğunluğu (se-fe=ahmaklık) hecesinde bulunduğuna göre,
O kelimenin hepsi ahmaklıktır; çünkü çoğunluk genel hüküm taşır."
Bu felsefeciler topluluğu ömürlerini insan düşüncesini yanlıştan koruyan bir âleti (mantığı) öğrenmekte ve öğretmekte tükettiler; hayatlarını bu yolda eritip büyük zahmetlere katlandılar. Fakat en üstün amaç olan Allah'ın yüce varlığı (zâtı)nı, sıfatlarını ve fiillerini araştırıp öğrenmeye gelince bunlar geri çekildiler ve insanları koruyan âleti ellerinden bıraktıklarından yanlışlardan ve düşünme yanılmalarından dolayı darbe yemeye başladılar da dalâlet çöllerinde, sahralarında şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Nasıl ki, bir adam senelerce savaş âletleri, malzemeleri hazırlamış durmuş; tam savaş sırası gelince de elini ayağını çekip oturmuştur. İşte bu kişinin senelerce çalışması hiçbir işe yaramamıştır.
Felsefecilerin işi de buna benzer. İnsanlar felsefe bilgilerini çok düzenli ve sistemli sanmaktadırlar. Yanlışlardan ve yanılgılardan uzak bilmektedirler. Bunun doğru olduğu kabul edilse bile bu karar, aklın tek başına yeterli olabildiği ilimler hakkındadır. Bu ise bizim konumuzun dışında ve gereksiz hükmündedir. Aynı zamanda sonsuz olan âhiretle hiçbir ilgisi olmadığı gibi âhiretteki kurtuluş da o bilgilere bağlı değildir. Konu akim kendilerini kavramaktan âciz kaldığı ilimler hakkındadır. Bu ilimler peygamberlik sistemine bağlıdır. Âhiret kurtuluşu da ona dayanır."
Daha sonra biraz ileride şöyle yazmaktadır: "Mantık ilmi öyle bir ilimdir ki -kendinden sonraki yüce bilgiler için- bir âlet değeri taşır. İnsanlar bu ilmin, kişileri hata ve yanılmalardan koruyan bir ilim olduğunu söylediler. Halbuki bu ilim onların işine yaramadı ve ana hedefte, üstün amaçta onları yanlıştan ve yanılmadan dışarı çıkarmadı. Bu onların işine yaramayınca başkalarının ne işine yarayacak? Yanlıştan nasıl çıkaracak? (Allah Teâlâ'ya kendi buyruğuyla dua ederiz:) "Ey Rabbimiz; bize hidayet verdikten sonra artık kalplerimizi doğruluktan kaydırma ve bize kendi katında rahmet lütfet. Şüphesiz Sen ençok lütfedensin.[96]
Felsefe bilgilerinde biraz yetkileri olan ve filozof-vâri şaşaalara aldanan bazı insanlar bu adamları hakimler (filozoflar) kabul ederek onları peygamberlerle (a.s.) eşit ve yanyana zannetmektedirler, hatta neredeyse bunların yanlış bilgilerini doğru bilerek peygamberlerin şeriatlarından da üstün tutmaktadırlar. Allah bizi kötü inançlardan korusun. Evet onları hakimler kabul edip de bilgilerine hikmet ve felsefe deyince ister istemez o belâya yakalanmakta, o musibete duçar olmaktadırlar. Çünkü hikmet ve felsefe, bir şey hakkındaki bilginin, meydana gelen gerçeğe uygun olmasının adıdır. Öyleyse bu hikmet bilgilerine aykırı olan bilgiler (meselâ peygamberlerin şeriatları) o hakimlerin kafasına göre bir vakıa olarak ortaya çıkmış gerçeğe aykırı olacaktır.
Özet olarak şöyle denilebilir: Bu hakimleri ve bilgilerini tasdik edip onaylamak, peygamberleri yalanlamaktır; peygamberlerin (a.s.) getirdikleri bilgileri yalanlamaktır. Çünkü bu ikinin (peygamberler ve hakimlerin) bilgileri birbirlerine tamamen zıt ve aykırı kıyılar üzerinde bulunmaktadır. Birini onaylamak dir gerini yalanlamayı gerektirir. Dileyen peygamberlerin getirdikleri dine bağlı olsun, Allah'ın hizbinden (grur bundan) olsun ve kurtuluşa erenlerden olsun; canı istef yen de felsefeci olsun, şeytan grubundan olsun, kaybet-denlerden ve başarısız olanlardan olsun. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"İsteyen iman etsin,isteyen inkâr etsin. Şüphesiz ki biz zalimlere çevrelerini çepeçevre saran ateş hazırladık. Eğer onlar su isterlerse kendilerine maden eriyiği gibi su verilir ki o yüzleri kavurur. O ne fena içecektir,o ateş ne kötü konaklama yeridir."[97]
Doğru yola uyanlara selâm olsun. Hz. Muham-med'in izinden gitmeye bağlı kalanlara da selâmetler olsun. Peygamberimize ve onun kardeşleri olan peygamberlere, büyük meleklere, en güzel, en yüce salât ve selâm olsun."[98]
PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYAÇ VE PEYGAMBERLERİN YÜCELİĞİ
Peygamberlik Olmadan Gerçek Nefîs Arınması Olamaz:
"Biz; gönlü kötülüklerden, nefsi çirkinliklerden arındırmanın ancak Allah Teâlâ'nm sevdiği ve O'nun katında makbul olan amellere ve yukarıda anlatıldığı gibi, peygamber gönderilmesine bağlı olduğunu söyleriz. O halde peygamberlik olmadan gönül temizliğinin ve nefsi arındırmanın gerçekten yapılması mümkün olamaz. "[99]
Peygamber Gelmesine İhtiyaç Duyulması ve Aklın Yetersiz Oluşu:
İmam-ı Rabbani Hazretleri, peygamber gönderilmesinin gereğine, doğru yolu bulmak için bunun kaçınılmaz olduğuna ve tek başına aklın -ne kadar üstün akıl olursa olsun- yetersiz olacağına ışık tutarak bir diğer mektubunda şöyle yazmaktadır:
"Peygamberler gönderilmesi dünyalılar için rahmettir, lütuftur. Eğer bu mübarek insanların varlığı aracı olmasaydı, biz şaşkınlara, (varlığı kesin ve mutlak olan) Allah Teâlâ'nın yüce varlığını ve sıfatlarını tanımaya kim yol gösterecekti? O Allah'ın razı olduğu ve razı olmadığı şeyleri kim birbirinden ayıracaktı?
. Bizim yetersiz akıllarımız o yüce peygamberlerin davetlerinin, bildirdikleri bilgilerin ışığının yardımı olmazsa Allah'ın zâtının, sıfatlarının ne demek olduğunu anlamaktan âciz kalır, bizim eksik idrâkimiz o peygamberlere uymadan bu konuda güçsüz ve yeteneksiz kalır.
Evet, akıl kesinlikle bir delildir. Fakat delil olmasında yetersizdir ve mükemmelliğe ulaşma derecesine erişmesi mümkün değildir. Amaca ulaşan yegâne delil ancak peygamberlerin gönderilmesidir. Ebedî âhiret azabı ve mükâfatının verilmesi peygamber gönderilmesine bağlıdır. "[100]
Peygamberlik Allah'ın Zâtını, Sıfatlarını ve Emirlerini Tanımanın Tek Yoludur:
"Bütiin dünya ve âhiret saadetlerini içine alan Allah Teâlâ'nm yüce zatını, sıfatlarını tanımaya muvaffak olmanın vasıtası olduğu için peygamberlik bir rahmettir, bir lütuftur. Peygamberliğin işte bu büyük lütfü sebebiyle Allah Teâlâ'ya yakışan sıfatlarla yakışmayan sıfatları bilmek ve birbirinden ayırt etmek mümkün olmaktadır. Çünkü bizim gerçekleri tam göremeyen ve olabilir ile olmuş arasında bocalayan yetersiz aklımız; ezelî olup başlangıcı olmayan Allah'a hangi isimler, sıfatlar, fiiller uygun düşmektedir ve hangisi sakınılması gereken uygunsuz sıfatlardır ne bilsin? Hatta çok kere öyle olmaktadır ki yetersizliğinden dolayı aklımız, mükemmelliği kusur, kusuru da mükemmellik zannetmektedir.
Peygamberliğin gerçekleştirdiği bu gerçeği, yanlıştan ayırma; ben âcize göre insanlara bahşedilen bütün maddî ve manevî nimetlerden daha üstündür. Uygunsuz şeyleri ve yakışıksız sıfatları o yüce varlığa yakıştıranlar çok bedbaht kimselerdir. Bâtılı haktan ayıran, kendisine ibadet edilmeye lâyık olanla olmayan arasım ayırd eden ancak peygamberliktir. Ancak peygamberlik yetkisiyle bu mübarek peygamberler Allah Teâlâ'-mn yoluna davet ederler, Allah'ın kullarını Allah'a yakın olma ve Mevlâ'nın rızasına ulaşma saadetiyle şereflendirilirler. İşte bu peygamberlik vasıtasıyla herşe-yin sahibi yüce Allah'ın razı olduğu şeyler öğrenilebilir. Yukarıda anlatıldığı gibi, O'nun mülkünde hangi şeyde değişiklik yapmak caiz olduğu, hangisinde caiz olmadığı ayırt edilir. Peygamberliğin bu bakımdan da faydaları çoktur.
Öyleyse peygamberlerin gönderilişinin rahmet oluşu ortadadır, gerçektir. Kötü şeyler arzu eden nefsin, arzularına kapılan bir kişi melun şeytanın emriyle peygamberliği inkâr ederse ve peygamberliğin icaplarma göre amel etmezse bunda peygamberliğin günahı, kusuru nedir? Bundan dolayı neden peygamberlik rahmet ve lütuf olmasın?[101]
Allah'ı Tanımak Ancak Peygamberler Aracılığı İle Olur:
"Peygamberlerin birbiri arkasına, zincirleme gelişlerinden dolayıdır ki, göklerin ve yerin yaratıcısı şâm yüce Allah'a inanmaya insanları peygamberlerin çağırması şöhret (yaygınlık) bulup da onların sözü ve getirdiği haber (mesaj) her tarafa ulaşınca, kâinatın yaratıcısının varlığı hakkında şüphesi olan her devrin akılsızları hatalarını anlayarak ister istemez O'nun varlığına inandılar ve kâinatta var olan her yaratığın mutlaka bir yaratıcısı olduğunu kabul ettiler. Aklı doğruya ulaştıran bu mantık ışığı, ancak peygamberlerin ışıklarından alınmıştır ve bu nimet, bu lütuf ancak peygamberlerin sofrasından elde edilmiştir. Allah'ın selâmı ve salâtı kıyamete kadar, hatta sonsuzlara kadar onlara olsun.
Aynı şekilde bize kadar peygamberlerin ulaştırması ile gelen bütün nakille ilgili bilgiler, meselâ Allah'ın yüce varlığının kemal sıfatları, peygamberlerin gönderilmesi, meleklerin günahsız oluşu, kıyamet, hesaba çekilme, cennet ve cehennemin varlığı, cennetin devamlı huzur yeri oluşu, cehennemin ebedi azap yeri oluşu vesaire gibi şeriatın haber verdiği diğer şeyleri kavramaktan, anlamaktan, tam olarak onları öğrenmekten akıl âcizdir. O peygamberlerden duymadan bunları ispat etmekte tek başına akıl yetersiz ve güçsüzdür. "[102]
Doğru Sıralama:
"Herşeyden evvel peygambere iman etmeyi akıldan çıkarmamalı, onun peygamberliğini tasdik etmelidir. Ta ki bütün emir ve hükümlerde o doğru bilinsin, onun vasıtasıyla şüphe ve tereddüt karanlıklarından kurtulma nasip olsun. İlk önce kökü tanımalı, öğrenmelidir. Tâ ki bununla bütün dailar ve kollar rahatlıkla öğrenilip tanınabilsin. Kökü iyice tanımadan, kökü isbat etmeden her bir dalı ve her bir kolu kabul edilebilir yapmak, anlamak, isbat etmek çok zordur.
Bu tasdike ulaşabilmenin ve kalbi tatmin etmenin en yakın yolu Allah'ı zikretmektir. Yüce Mevlâmız şöyle buyuruyor:
"Dikkat et, Allah'ı zikretmek suretiyle kalpler huzur bulur, yatışır. İman edenlere ve güzel amel edenlere ne mutlu. Onlara güzel bir dinlenme yeri vardır."[103]
Düşünce ve mantık yoluyla bu üstün amaca ulaşmak çok uzaktır.
Şairin dediği gibi:
"Mantıkçıların ayakları odundan, ağaçtandır. .;,. Ağaçtan ayaklar ise güçlü ve sağlam değildir."[104]
Peygamberleri Tasdik Eden Mantıklı Kimselerdendir:
Bilinmeli ki, mübarek peygamberlerin yolundan gi-ı den, onların peygamberliklerini kabul ettikten ve Allah'ın resulleri olduklarını tasdik ettikten sonra o kim-; se mantıklı düşünenlerden olur. (Onların peygamberliğine delilli isbatlı olarak inandıktan sonra) peygamberlerin sözlerine delilsiz isbatsız inansalar bile bu; delilli mantıklı inanmanın tâ kendisi olur. Meselâ, bir kimse gövdeyi delilleriyle isbat etmişse o zaman o gövdeden meydana gelen bütün dallar, o önceki delilli, mantıklı isbatla ilgili olduğundan dolayı o kişinin; o gövdeyi delilleriyle isbat etmesiyle birlikte bütün o dalların varlığını isbatta da delil ve mantık sahibi olacaktır.
"Bizi doğru yola sevkeden Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bizi doğru yola sevketmeseydi biz kendi kendimize doğru yolu bulamazdık. Şüphesiz Rabbimi-zin elçileri olan peygamberler doğruyu getirdiler."[105]
"Rabbinden sana bir mucize getirdik. Selâm, doğru yola uyanlara olsun."[106]
Peygamberlerin Getirdikleri Bilgileri Kendi Aklına Bağlı Kılmak Peygamberlik Sistemini İnkâr etmek Demektir:
"Âhirette hesaba çekilmek, amellerin tartılması, sırat köprüsü hepsi gerçektir. Çünkü bunların gerçek olduğunu doğru ve sağlam haber verenler bize iletmiştir. Yani peygamberler (a.s.) haber vermiştir. Peygamberlik yolunu (sistemini) bilmeyen bazı cahillerin bunların varlığını imkânsız görmesinin değeri yoktur.
Çünkü peygamberlik yolu akıl yolundan daha ilerdedir. Peygamberlerin verdikleri doğru haberleri, aklın inceleme ve bakış açısına uygun düşürmek aslında peygamberlik sistemini inkâr etmek demektir. (Bu akıl ötesi meselelerde) tek dayanak, peygamberlerin sözlerine delilsiz inanmaktır."[107]
Akla Aykırı Olmakla Akıl Ötesi Olma Arasında Büyük Fark Vardır:
"Peygamberlik yolunun akıl yoluna birazcık da olsa aykırı olduğunu zannetmeyiniz, aksine akıl yolu (bilgi ve delillerle isbatlama), peygamberlere uymadan o yüce amaca ve ana hedefe ulaşamaz. Akla aykırı olmak başka şey, aklın idrâk edememesi, kavrayamaması başka şeydir.Çünkü bir şeyin akla aykırı olduğu, ancak aklın onu idrâk edip kavradıktan sonra anlaşılabilir. "[108]
Allah'ın Azametini Bilmek Peygamberliğe Bağlıdır:
"O halde peygamberlerin varlığı (peygamber olarak gelmeleri) kaçınılmazdır. Tâ ki gerçek lütfedici Allah'a -ki O'nun varlığı akılla kesinlikle gerekli ve gerçektir-şükretmeye yol göstersinler ve o iyilikleri ve lütuflan yapanı bilmeyi, ilim ve amelle azametini tanımayı yine O'nun tarafından verilen bilgilerle öğrenerek, bildirsinler diye peygamber gelmesi şarttır. Çünkü, insan yeteneği O'nu anlamaktan âciz olduğu için, peygamberler tarafından öğretilmeyen Allah'a tazim ve saygı, o Allah'ın sanma lâyık şükretmeyi yerine getirmez. Hatta çok kere O'na saygısızlık olan şeyi, saygı ve tazim zannetmeye başlar. Şükür ediyorum derken kötülemeye doğru gider, O'na nasıl saygı ve tazim gösterileceğini Allah'ın kendisinden öğrenmek sadece peygamberliğe mahsustur. Ancak peygamberlerin bildirdikleri bilgilere, verdikleri haberlere bağlıdır. Evliyaların içine doğan ilham da, peygamberlik nurlarından alınmadır. Peygamberlerin yolundan gidip onlara uymanın feyiz ve bereketlerindendir."[109]
Aklın Derecesi ve Peygamberlik Derecesi:
"Nasıl ki aklın derecesi duyuların derecesinden ötede olup, duyularla anlaşılamayan şeyi akıl kavrıyor, anlıyorsa, aynı şekilde peygamberlik yolu akıl yolundan ve aklın derecesinden ötededir. Akılla idrâk edilemeyen şey peygamberlik yoluyla, peygamberler aracılığıyla idrâk edilmekte, anlaşılmaktadır. Akıl yolunun dışında bir bilgi edinme yolu kabul etmeyen kimse gerçekte peygamberlik yolunu inkâr eden ve hidayete karşı olan kimsedir."[110]
Peygamberlik Mertebesi:
Eski Yunan bilimleriyle, felsefe ve hikmet bilgileriyle gece gündüz meşgul olup onları ilim ve kültürün son noktası kabul etmelerinden dolayı, diğer taraftan kitap ve sünneti rehber yapmadan, onları gerektiği ölçüde öğrenmeden, hadisi ve Hz. Peygamberin hayatım rehber kabul etmeden kendilerini riyâzatlara, nefsi öldürme uzletlerine, çile doldurmalara vermelerinden dolayı (açık başlangıcı H. 8. asırda görülen) önceki yüzyıllarda sadece peygamberlik makamını tanımak, onların üstün derecelerine ilgisiz kalmak değil hatta bir çeşit yabancılık, tedirginlik bile doğmaya başlamıştı.
Peygamberlerin durumları hatta bizzat Peygamberimizin hayatı bu hakimlerin ve işrâkçi (içe doğuşçu) kişilerin karşısına öyle çıkıyor ve onlara öyle geliyordu ki, sanki bu mübarek peygamberler genel insanlar gibi hayat geçiriyorlar, evlilik hayatı sürüyorlar, çoluk çocuk sahibi oluyorlar, çarşıda pazarda dolaşıyorlardı. Bazen ticaret yapmışlar, hayvanları otlatmışlar, savaşlara katılmışlar, olaylardan etkilenmişlerdi. Neşeli durumlarda sevinmişler, üzücü, elem verici durumlarda kederlenmişler ve üzülmüşlerdi. Onlarda ne öyle uzun boylu ibadetler vardı, ne sürekli oruç, ne de orta derecedeki evliya ve salih kullarda görülen inzivada ibadete çekilme vardı. Peygamberlik görevini yerine getirme ve hakka çağırma işinde onların Allah kullarının dikkatlerini çekmeleri gerekiyordu ki, bu olmadan peygamberlik görevi yerine getirilemez. Bu yöneliş ve meşguliyet genellikle diğer- yönelişe engel olur.
Bu bakımdan işrâkçi ve ruhçuların; din bilgileriyle özellikle hadislerle meşgul olmamalarından, daha önce gelip geçmiş evliyanın, içe doğuşçulann manevî yükse-lişleriyle insanlardan tamamen uzak ve tek başına kalışları ve kendilerinden geçip kendilerim yok etme haline getirişleriyle ilgili olaylar gece gündüz ağızlarından düşmediğinden dolayı velilik mertebesinin peygamberlik mertebesinden daha üstün olduğu düşüncesi yayılıyordu. Veliliğin, tamamen hakka yönelmenin, halktan uzaklaşmanın adı olduğu; peygamberliğin amacı ise insanları hakka çağrı olup tamamen halkla ilgili olduğu, velinin "hakka yönelik", peygamberin ise "halka yönelik" olduğu ve "Hakka yönelik" olmanın derecesinin kesinlikle "halka yönelik" olma derecesinden üstün olduğu düşünceleri de yaygınlaşıp gidiyordu. Bazı kişiler tedbir olarak, bu düşüncede birçok sakınca gösterdiler ve velilik mutlak ölçüde peygamberlikten üstün değildir, dediler.
Böyle söyleyenlerin demek istedikleri şudur: Peygamberin veliliği onun peygamberliğinden üstündür. Peygamber, yaratıcıyla ilgili olurken bulunduğu durum, davet ve hakka çağrı sırasında yaratıklarla (insanlarla) meşgul olduğu sıradaki durumundan daha üstündür. Fakat bu tür düşünme tarzı kesinlikle, ümmetin ana kaynağı olan peygamberlik ve şeriatla ilgisi üzerinde etki yapmakta olan velilik makamının azametinden, gelişme ve ilerlemesinden ürkmenin, müslü-manlarm geniş bir dinî ortamında da meydana gelmekte olduğuna işaret eder. Bu bir tehlikeydi. İslâm yenile-yicilerinin (müceddidlerinin), peygamber vekillerinin mutlaka buna karşı koyması gerekiyordu.
Bildiğimiz kadarıyla bu konuda en önce karşı çıkıp; güçlü, delilli ve cezbeli bir şekilde 8. Hicrî asrın ortasında ünlü maneviyat bilgini ve araştırıcı mutasavvıf Şeyh Şerefüddin Yahya Münyerî hazretleri (H. 671-786) sesini yükseltmiş ve mektuplarında bunu şiddetle reddetmiştir. O, peygamberlerin bir tek nefesinin dahi velilerin bütün hayatından daha üstün olduğunu yazmış; peygamberlerin topraktan olan vücudunun temizlikte ve Allah'a yakın olmada yüce velilerin kalbi, onların sırrı ve bütün manevî halleriyle denktir, demiştir.
Mahdum Bihârî diye anılan Yahya Münyerî hazretlerinden sonra îmam-ı Rabbânî hazretleri de bu muhteşem ilmin, bu sağlam yolun yenileyicisi ve mühürleyicisi olmuştur. O, mektuplarında, peygamberlerin ve itikad yönünden, maneviyat, düşünce ve ahlâk yönünden Allah Teâlâ'mn yaratma sanatının ve cömertlik sıfatının en güzel örneği olduklarını isbat etmiştir. Peygamberlerin Allah'la ilişkilerine hiçbir ilgi ve uğraş engel olamaz. Bu, Allah'ın kendilerine özgü kıldığı göğüslerini açma (kalplerini özel olarak temizleme) sonucudur.
Onların üstün anlayışhlığıyla tahammül gücü, getirdikleri mesaj ve kendilerine havale edilen görev; devamlı uyanık, akıllı ve zeki olmalarını, velilik ve manevî sarhoşluk içinde olanlarda bulunmayan hafıza gücü ve zinde kafaya sahip olmalarını gerektirir. Onların başladığı yer, velilerin bittiği yerdir. Peygamberliğe bağlı olmakla farzlara yaklaşma temin edilir. Nafile ibadetlere yakın olmakla asla ona ulaşılamaz. Veliliğin üstünlükleri peygamberlerin üstünlükleri karşısında damlanın deniz karşısındaki durumuna benzer.
Şimdi artık okuyucular îmam-ı Rabbani hazretlerinin kalem dilinden bu gerçekleri ve yüce bilgileri dinlesinler[111]
Peygamberler En İyi ve En Yetenekli Varlıklardır:
"Peygamberler bütün varlıklar arasında en iyi olanlardır. En iyi nimet, en büyük servet onlara aktarılmıştır. Velilik peygamberliğin bir parçasıdır. Peygamberlik bir bütündür. Kesinlikle peygamberlik velilikten daha üstündür. İster peygamberin veliliği olsun isterse evliyanın veliliği olsun. Öyleyse uyanıklık, cezbe sarhoşluğundan daha üstündür. Çünkü uyanıklık içine cezbe sarhoşluğu sonradan girmiştir. Velilik de peygamberlik içine sonradan girdirilmiş tir. Artık genel insanların sahip oldukları sadece akıl ve uyanıklık {şuurluluk) konumuzun dışındadır. O amiyane uyanıklık üzerine tercih yapmak hiçbir mâna ifade etmez.
Manevî sarhoşluğu içine alan uyanıklık, kesinlikle o sarhoşluktan üstündür. Kaynağı ve ana doğuş yeri peygamberlik makamı olan şeriat ilimleri baştan başa uyanıklıktır. Bu ilimlere aykırı olan ne varsa onların hepsi sarhoşluktur. Sarhoş olan kimse mazeretlidir.
Uyulup uygulanması gereken uyanıklık ilimleridir, sarhoşluk ilimleri değil.[112]
Peygamberlerin Halka ve Hakka Yönelmesi:
"Bazı şeyhler, manevî sarhoşluk ve cezbe halinde iken kendilerinden geçtikleri sırada, veliliğin peygamberlikten üstün olduğunu söylemişlerdir. Bazı diğer kimseler de; velinin peygamberden üstün olduğu yanılgısı olmasın diye; bu velilikten peygamberin veliliği kastedilmektedir, demişlerdir. Fakat gerçekte durum bunun aksinedir. Çünkü peygamberin peygamberliği, veliliğinden üstündür. Velilikte göğsün daralmasından (kapasite yetersizliğinden) dolayı halka tam olarak yönelme olamaz. Peygamberlikte ise, göğsün son derece ferahlığı ve genişliği sebebiyle; ne Hakka yönelmek halka yönelmeye mani olur, ne de halka yönelmek Hakka yönelmeye mani olur. Peygamberlikte sadece halka yönelinmez ki yüzü ve yönü hakka doğru olan velilik tercih edilsin. Böyle düşünmekten Allah Teâlâ'ya sığınırız. Tamamen ve tek başına halka yönelmek; halkı "insanlar sürü gibidir" derecesine indirmektir. Peygamberliğin şanı bundan yüksek ve çok üstündür. Bu gerçeği anlamak manevî sarhoşluk içinde olanlara zordur. Bu bilgi ve marifet; aklı başında, uyanık, istikamet sahibi olanların hakkıdır.
"Cennete girenlere cennetin nimetleri afiyet olsun."[113]
Peygamberin İç ve Dış Dünyası:
"Manevî sarhoşluğa yönelen bazı cezbe erbabı, velilik ilmini uyanıklık rengi taşıyan peygamberlik ilmine tercih etmektedirler. İşte bu sarhoşluk ve cezbe âleminde olanların bir sözü de şudur: "Velilik peygamberlikten üstündür." Şundan dolayı ki, velilikte yönel- L me Allah tarafına olmaktadır. Peygamberlikte ise hal-' ka doğrudur. Böyle olunca da Hakka yönelmenin halka yönelmekten daha üstün olduğunda şüphe yoktur diyorlar. Bazıları ise bunu te'vil etmek (olduğu mânadan başka mânaya çevirmek) için: Peygamberin veliliği onun peygamberliğinden daha üstün demektir, diyorlar.
Âcizaneme göre bu tür sözler geçersizdir. Asıl söylenen sözü yorumlamaktan uzaktır. Çünkü peygamber- * likte sadece halka yönelme olmuyor, aksine o yönelmeyle birlikte Hakka doğru da yönelme olmaktadır, k Peygamberlik makamının sahibinin iç dünyası daima Hak ile beraberdir. Dış dünyası ise halk ile beraberdir.fı Tamamen ve sadece halka yönünü çevirmiş olan kimse -nasipsiz ve isyankâr insanlardandır." [114]
Velilerin Başlangıcı Peygamberlerin Sonudur Meselesi:
"Evliyanın başlangıç noktası peygamberlerin son ; noktalandır, sözünü söyleyen kişinin bu ifadesi ne ka-dar mânâsız, lüzumsuz ve yersizdir. Evliyanın başlan- -* gıç noktası ile peygamberlerin son noktasından kaste- ' dilen onlara göre şeriattır. Evet o bîçâre durumun iç : yüzünden haberdar olmadığı iğin açık mânaya ters dü- -şen ifadeyi ağzından çıkardı. Bu gerçekleri herhangi
bir kimse söylememiş ise de pekçok kimse bunun tamamen aksine düşünce belirttiler ve bunlar insana anlaşılmaktan uzak sözler gibi geliyor. Fakat peygamberlerin (a.s.) büyüklükleri yönünü gören ve şeriatın azameti kendisini kaplayan insaflı kişi bu ince sırları kabul edebilir, ve bu kabulü, imanının güçlenmesine sebep kılabüir."[115]
Peygamberler ve Davetleri:
"Ey oğul, dinle: Peygamberler davetlerini yaratıklar âlemine münhasır kılmışlardır. Hadis-i şerifte bildirildiği gibi; İslâm'ın temeli beş şey (Allah'ın birliğine, şehadet, namaz, oruç, zekât ve hac) üzerine kurulmuştur. Kalbin yaratıklar alemiyle ilgisi fazla olduğundan hadis, kalbin tasdik etmesine de davet etmiştir. (Yani bu beş şarttan birincisi ve ilki kalbin inanıp tasdiki ile ilgilidir.) Kalbin ötesini ortaya sürmemiş, ondan hiç bahsetmemiştir. Onu amaçlar arasında da saymamıştır. Bak cennetin keyfi, cehennemin eziyeti, Allah'ı temaşa devleti ve temaşadan yoksun bırakılma nasip-sizliği bütün bunlar yaratıklar alemiyle ilgilidir. Eşya âleminin (emir âleminin) bununla ilgisi yoktur."[116]
Peygamberliğin İzinden yürüme:
"Aynı şekilde farz, vacip, sünnet olan amellerin yerine getirilmesi yaratıklar âleminden olan insan bedeni ile ilgilidir. Eşya âleminin hissesine düşenler ise nafile ibadetlerdir. Bu amellerin yerine getirilmesinin meyvesi olan Allah'a yakınlık, o amellere uygun düşer, yani o ibâdetlerle orantılıdır. Öyleyse farzların yerine getirilmesinin meyvesi olan Allah'a yakınlık, şüphesiz ki yaratıklar âleminin hakkıdır. Nafilelerin yerine getirilmesinin meyvesi olan Allah'a yakınlık ise emir âleminin hakkıdır. Nafilenin farz karşısında hiçbir değeri olmadığında şüphe yoktur. Damlanın deniz karşısındaki değeri kadar bile farz karşısında değeri yoktur.
; Hatta nafilenin sünnet karşısında değeri de böyledir. Her ne kadar sünnetle farz arasında, damlanın denizle ilgisi olduğu gibi bir ilgi varsa da, nafilenin sünnetle ilgisi yukarıda söylendiği gibidir. Bu sözden, iki yakınlık arasındaki farkta da kıyaslama yapılabilir. Yaratıklar âleminin emir âlemine üstünlüğü ve özelliği bu farktan anlaşılabilir."[117]
Veliliğin ve Peygamberliğin Üstünlükleri:
"Veliliğin kemâlâ tının (üstünlüklerinin) peygamberliğin kemâlâtı karşısında hiçbir değer taşımadığını
Allah Teâlâ bu fakire (İmam-ı Rabbâniye) açıklamıştır.
a (Tam olarak anlamayı nasip etmiştir.) Damlanın denizle orantısı olduğu kadar bile aralarında bir orantı ve ölçü yoktur. Öyle ise peygamberlik yolu ile elde edilen üstünlük ve özellik, velilik yoluyla elde edilen faziletten çok üstündür. O halde mutlak üstünlük ancak peygamberlere aittir. Meleklerin bir parça kısmî üstünlü-
. ğü vardır. O bakımdan sadece âlimler topluluğunun görüşü ve sözü doğrudur. Bu inceleme ve araştırmalar-- dan açığa çıkan şu ki: Hiçbir veli peygamber derecesine ulaşamaz. Hatta o velinin başı o peygamberin ayaklarının altında olacaktır. (Yani veli ne kadar üstün seviyeye ulaşırsa ulaşsın, ancak peygamberin derecesinin başladığı yerin altında olacaktır.)"[118]
Âlimlerin Bilgilerinin Sağlam Ve Üstün Oluşunun Sebebi:
"Âlimlerle tasavvuf çul arın kendi aralarında ihtilâfa* düştükleri meseleye dikkatle bakar, iyice incelersen, âlimler tarafının haklı olduğunu göreceksin. Bunun sırrı; âlimlerin görüşünün peygamberlerin izinden yürümelerinden dolayı peygamberlerin üstünlüklerini ve onların verdikleri bilgileri kavramasıdır. Tasavvufçula-rm kavrayış ve görüşleri ise, veliliğin dereceleri ve o velilerin bilgileri ve marifetleriyle sınırlı kalmaktadır. O halde peygamberlik lambasından (ışık kaynağından) alman ilim şüphesiz ki daha sağlam olacak ve velilik derecesinden alman ilim karşısında daha çok doğru ve hak olacaktır."[119]
"Bu fakir; yazılarında, mektuplarında, peygamberliğin üstünlüklerinin deniz gibi olduğunu, veliliğin üstünlüklerinin ise, onun karşısında basit bir damla gibi kaldığını yazdı ve açıkladı. Fakat ne var ki bir grup, peygamberliğin üstünlüklerini anlama noktasına ulaşamadıklarından dolayı, "velilik peygamberlikten üstündür" demiştir. Bir başka grup bu sözü değiştirerek, peygamberlerin veliliği, peygamberliğinden üstündür, şeklinde yorumlamıştır. Bu iki grub da peygamberliğin aslını bilmemelerinden ötürü gayba hükmetmişlerdir. (Bilmedikleri, görmedikleri şey hakkında karar vermişlerdir.)
Cezbe sarhoşluğunu uyanıklığa (şuuru yerinde olmaya) tercih etmek de işte bu hükme yakındır. Eğer uyanık bulunmanın ne olduğunu, şuuru yerinde olmanın asıl değerim onlar bilselerdi, asla sarhoşluğun uyanıklıkla hiçbir ilgisinin olmadığını anlarlardı. Belki de onlar özel kesimdeki kişilerin uyanıklığım avamın (genel insanların) aklı başında oluşu, şuuru yerinde oluşu gibi anlayarak sarhoşluğu, o uyanıklığa tercih etmişlerdir. O zaman Özel kesimdekilerin sarhoşluğunu genel insanların ayyaşlığına ve sarhoşluğuna benzeterek bu karara varmışlardır. Çünkü akıllı insanlara göre uyanıklık ve şuurluluğun sarhoşluktan çok daha iyi olduğu gerçektir. Şuurluluk ve sarhoşluk mecazî mânada alınmış olsa da sonuç ve hüküm budur. Gerçek mânada da alınmış olsa sonuç değişmez, aynıdır. "[120]
Peygamberlerin Büyüklüğü:
"Şunu mutlaka bilmelidir ki peygamberlerin elde ettikleri ne kadar üstünlük ve yüksek rütbe varsa onlar bunu velilik yoluyla değil, peygamberlik yoluyla bulmuşlardır. Peygamberlik yanında veliliğin değeri bir hizmetçiden daha fazla değildir. Velilik peygamberlikten daha üstün olsaydı, velilikleri bütün veliliklerden daha üstün olan ebedi âlemin melekleri, peygamberlerden daha üstün olurdu. O gruptan bir zümre, veliliği peygamberlikten üstün kabul ettiği için ebedî âlemin meleklerinin veliliğini peygamberlerin veliliğinden daha üstün görmüş ve kesin ölçüde ebedî âlemin meleklerini peygamberlerden üstün sayarak genel ehl-i sünnet çizgisinden ayrılmıştır.
Bütün bunlar; peygamberliğin gerçek değerini bilmemenin ve cahilliğin sonucudur. Peygamberlik döneminin uzaklaşmasından dolayı peygamberliğin üstünlükleri insanlar nazarında velilikten daha aşağı gözüktüğünden ben bu konuyu bu bölümde geniş ve açık şekilde yazdım. Gerçek durumdan bir nebze bahsettim.
Âyet:
"Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve işlediklerimizdeki haksızlıklarımızı bağışla, ayağımızı İslâm'da sağlam tut. Kâfirlere karşı bize yardım et."[121]
Gayba İman ve Peygamberler:
"Hamd ve salâtdan sonra; devletli izzetli kardeşim Mîr Muhibbullah; Bilesin ki: Varlığı kaçınılmaz olan Allah Teâlâ'ya ve O'nun bütün sıfatlarına görmeden inanmak peygamberler (a.s.)'in ve sahabelerinin payına düşen bir üstünlüktür. Bir de (yaratıkları yaratan Allah'a davet etmek için) tamamen ve en üstün derecede dönüş yapan velilerin payına düşen üstünlüktür. Bu velilerin ölçüsü de çok az hatta azın azı da olsa peygamberlerin sahabelerinin ölçüsü gibidir ve bu görmeden inanma âlimlerin ve genel müslümanların payına düşendir. Şühûdî iman ise, (Allah'ın kullarından elini eteğini çekmiş) uzlet erbabı da olsa veya insanlar arasına kansan yaklaşım erbabı da olsa genel tasavvnfçularm payına düşendir. Yaklaşım erbabı her ne kadar halka dönen kimseler ise de, bütün ve tam olarak onlar halka dönmemektedirler. Onların iç âlemi yukarıya doğru bakar. Dış âlemleri insanlarla beraber olur, iç âlemleri de Allah Teâlâ ile olur. Bu bakımdan her zaman şühûdî iman onların payına düşer. Peygamberler de tamamen ve en üstün derecede halka döndüklerinden iç ve dış âlemleriyle halkı, Hak Teâlâ'ya davet etmeye yöneldiklerinden dolayı görünmeyene iman onların nasibi ve payıdır."[122]
Peygamberlerin Halka Dönüşü:
"Bu fakir, bazı mektuplarında; geriye (halka) dönüşe rağmen gözleri yükseklere doğru dikmenin, eksikliğin alâmeti olduğunu, işin sonuna (hedefe) ulaşamamanın delili olduğunu, tamamen ve en üstün derecede geriye (halka) dönüş, sonun sonuna (en üst düzeye) ulaşmanın işareti olduğunu belirttim. Tasavvufçular iki yönelmeyi (halka yönelme ve Hakka yönelmeyi) kendinde birleştirmeyi, kemâl ve yükseklik kabul etmişler, teşbih ve tenzihi (benzetme ve hiçbir şeye benzetmemeyi) kendinde toplayanı kâmillerden (üstün mertebeye ulaşanlardan) saymışlardır.
Onlar işte öyledirler, ben ise böyleyim ya Rabbi.[123]
ŞERİATA DESTEK OLUP ŞİRKİ REDDETME
Tasavvufun Doğuşu:
Allah'la ilişkinin güçlendirilip sürdürülmesine, gaflet ve maddecilikten korunma ve ruhî hastalıkların tedavisi yoluna, bazı sebepler ve etkenlerden dolayı daha sonraları tasavvuf denmeye başlanmıştır. Aslında tasavvuf; Kur'an-ı Kerim'de Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberler olarak gönderilişinin dört ana hedefi içinde sayılan ve yine Kur'an-ı Kerim'de (Tezkiye-Arınma) ve sahih hadislerde (îhsan=Güzel yapma) geçen tabirlerin bir bölümüdür.
"Çoğu okuma yazma bilmeyen araplar içinde soylarından bir peygamber gönderen o Allah'tır. Bu peygamber (Muhammed (a.s.), onlara âyetlerini okuyor, onları şirk kirinden temizliyor, kendilerine Kitab'ı ve hikmeti öğretiyor. Halbuki bundan önce onlar açık bir sapıklık içinde idiler."[124]
Ümmete bu hizmeti yapmak, dine âit kalıbı, ruhu, bedeni, kalbi, düzeni ve ana yapıyı ayakta tutma görevi; peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (a.s.)'in raşid halifelerinin ve hak üzere olan vekillerinin üzerindeydi. Onlar Hz. Peygamberin getirdiği şeriatla birlikte o "Peygamber tıbbı"m da sürekli korudular ve yenilediler. Dış dünyanın fıkhı ile birlikte iç dünyanın fıkhım da (dış dünyanın din emirleriyle birlikte iç dünyanın manevî yapısını geliştiren prensipleri de) hararetle savundular ve yaydılar. Onların bu görevi; meseleyi genişletmekten çok özetlemeye, ayrıntılara dalma yerine temelde birleştirmeye dayanıyordu.
Fakat hilafet idaresinin ve İslâm fetihlerinin genişlemesi, İslâm'ın çok geniş bir alana yayılması, servetin ve zevk ü safa malzemelerinin çoğalması, zamanla peygamberlik döneminin uzaklaşması ve "Onlar üzerinden uzun zaman geçmesiyle kalpleri katılaştı" âyetinde buyurulduğu gibi; şeytanın hilelerinin, maddecilik fitnesinin, ruhî ve nefsanî hastalıkların yeni yeni şekiller içinde ve yeni yeni felsefelerle birlikte ortaya çıkması üzerine, nefsi arındırma ve işi güzel yapma (tezkiye ve ihsan) ilmi de sonradan ortaya çıkan tasavvuf tabiriyle birlikte aynı şekilde düzenli bir ilim dalı haline geldi.
Nasıl ki Arap olmayan milletlerin Araplara karışması, lisan kaidelerini (sarf ve nahvi) ve beyan ile meâni ilmini -ki bu ilimlerin ilke ve ölçüleri Arapça konuşan milletlerin fıtratında mevcuttu- geniş, inceliklerle dolu nahiv ve belagat ilmi şekline çevirmiş, zamanla bunun özel uzmanları ortaya çıkmaya başlamışsa ve ayrı okullar, üniversiteler kuran, onlar için ayrı ders programları meydana getiren üstün yetenekli insanlar çıkmışsa aynı şekilde tezkiye ve ihsan yolu da tasavvuf tabiriyle yeni bir şekil almıştır. [125]
Tasavvufa Giren Çeşitli Fikirler:
İlk asırlarda bu yolla (tezkiye veya tasavvuf yoluyla) tedavinin dayanağı ve faaliyet alanı; Kitap ile sünnete ve peygamber örneğine uyma, peygamberin ahlâkına, beden ve ruh yaşayışına (sünnetine) bağlı olma idi. Fakat zamanın etkileri, yabancı ve .yeni müslüman olmuş milletlerin karışması, acem tarzı maneviyatçıların sohbetlerine katılıp düşünceleriyle karşılaşma sonucu, tasavvufa dinde olmayan hareketler (bid'atlar), zühd ve ibadette aşırılık, insanlardan uzaklaşma ve ruhbanlık mikropları, büyük kişilere ve kendilerine saygı duyulan kimselere aşırı saygı ve tazim merasimleri ile pekçok uydurma hareketler ve merasimler girmeye başlamıştı. O derecede ki, "İhlâsla, kendini tamamen vererek ve bütün bir iç yönelişiyle bir süre ibadetlerle meşgul olduktan, farzları ve sünnetleri tam olarak uyguladıktan ve üstün derecede bir manevî bilgi elde ettikten sonra mürid Öyle bir noktaya ulaşır ki, o şer'î tarzlardan ve düzenli ibadetleri yapma sorumluluğundan kurtulur da onlara bağlı olmaktan müstesna olur." anlayışı bile görüldü. Buna sorumluluğun düşmesi denir. İşte bu İslâm dışı ve baştan başa dıştan gelen yabancı inanış da bazı manevî ortamlara bazı dinî halkalara sessiz adımlarla gelip girmişti. Bu inanıştaki insanlar, Kur'an-ı Kerim'in şu meşhur;
"Sana kesin bir inanç gelinceye kadar Rabbine ibadet etmeye devam et" âyetini, kendilerine delil kabul etmektedirler. Bu düşünce tarzı bütün şeriat düzenini alt üst eden ve müridi ilgisiz, dine karşı laubali ve ibadetlere bağlı olmaktan uzaklaştıran büyük bir fitne idi. [126]
Dine Bid'atların Girişi:
Hicrî 4. asrın başlarında Abbasi halifeliği gençliğinin zirvesinde bulunduğu sırada ve büyük İslâm şehri Bağdat'ın gelişmesinin, medeniyetinin en üstün noktasına ulaştığı bir sırada dinde bozgunculuğun ortaya çıktığı, bid'atlarm ve dini tahrif çığırının kesin şekilde başladığı tahmin edilmektedir.
Tasavvufun bugüne kadar basılma imkânına kavuşan en eski kitabı, Şeyh Ebu Nasr Sirac hazretlerinin (Ö.H. 378) Kitab el-Lem'i dir. Bu kitabın bir bölümü "Allah'ın Resulüne uyma ve onu örnek alma kitabı" adını taşımaktadır.[127]
Bundan sonra Seyyid Ali Hecvirî [128] hazretlerinin (Ö.H. 465) kitabı,Keşf el-Mahcûb' da galiba bundan dolayıdır ki "Şeriatı korumadan hakikati ayakta tutmak imkânsızdır... ve şeriatsız hakikati aramak ise münafıklıktır" uyarısı yapan ifadeler kullanılmıştır.
Hicrî 465 senesinde ölen İmam Ebu Kasım Kuşeyrî hazretlerinin Risâle-i Kuşeyrî' si, tasavvufun en eski rehberi ve yönetmeliğiydi. Onun döneminde tasavvufta o kadar çöküş olmuştu ki bunu belirterek Risâle-i Kuşeyrî' de şöyle yazmaktadır.
"Gönüllerden şeriata saygı çekildi. Onlar dine karşı lâubaliliği büyük bir güvenli araç kabul ettiler, ibadetleri yerine getirmeyi hafife aldılar. Orucu, namazı önemsiz şeyler saydılar."[129]
Kitabının birinci bölümünün başlığı, şeriata saygı ile ilgilidir. Bu bölümde o eski tasavvufçu ve mürşidle-rin şeriata saygılarım ve sünnete bağlılıklarını gösteren hallerini yazmıştır. "Müridlere tavsiyeler bölümü" başlığını taşıyan sonuncu (54.) bölümde şöyle yazmaktadır:
"Bu işin temeli ve tek dayanağı şeriat sistemini koruma prensibi üzerine kurulmuştur."
Kitabın tamamı şeriatın bildirdiği gerçeklere ve sağlam bilgilere uygundur. Gerçekçi sağlam tasavvuf-çular da buna güvenli bir ders kitabı gibi önem vermişlerdir.
Tarikat mürşidleri ve hakikat önderleri içinde şeriatı en çok gözeten, onu her zaman destekleyip ondan hiç ayrılmayan Şeyh Abdülkadir Geylânî hazretleri olmuştur. Onun öğretilerinde, sünnete bağlılığa ve şeriata uymaya çok ağırlık verilmiştir. Onun hayatının tamamı işte bunun yansıması ve görüntüsü idi. Gunyetü et-Tâlibîn kitabını yazarak tarikatın yularım şeriatın eteğine bağlamıştır. Fütûh el-Gayb isimli vaazlarının ikinci makalesini sünnete bağlanıp bid'atı terketmeye tahsis etmiştir. Başlangıcı şu şekildedir:
"Sünnete uyunuz, din dışı hareketlere (bid'atlara) sapmayınız."
Tarikatı şeriata bağlı ve onun emrinde bir hizmetçi kılma işinde Abdülkadir Geylânî hazretleri bir müced-did derecesine sahiptir. O herşeyden önce farzlarla, sonra sünnetlerle, daha sonra da nafilelerle meşgul olmayı emir ve tavsiye buyurmuş; en başta geleni bırakarak diğerleriyle meşgul olmanın ahmaklık, emre itaatsizlik olduğunu bildirmiştir.
Tasavvufun en çok beğenilen ve en güvenilir kitabı Şeyh Şihabeddin Sühreverdî'nin (Ö.H. 632) Avârif el-Maârif isimli kitabıdır. Sağlam ve araştırmacı tasav-vufçular bu kitaba her devirde can simidi değeri vermişler ve pek çok tekkelerde onu okutmuşlardı.
Bu kitabın ikinci cildi; şeriatın erkân ve âdabının, hikmetlerinin açıklanması hakkındadır. Şeyh, kitabında şu sonucu ortaya koymuştur: "Tasavvuf; söz, hareket, davranış açısından her bakımdan Hz. Peygamber (s.a.)'e uymanın adıdır. İşte buna devam etmek suretiyle tasavvuf erbabının nefisleri mübarek hale gelir. Perdeler kalkar ve herşeyde Peygambere uyma kendini gösterir." [130]
Tasavvufa Felsefenin Girişi:
9. Hicrî asırda Şeyh Muhiddin Arabi'nin ve onun öğrencilerinin şimşek gibi etkileriyle İslâm dünyasında hızlı bir dalga gibi genişleyip yayılan tasavvuf, bir felsefe şeklini aldı. Böylece içine eski Yunan ilahiyat felsefesinin pek çok tabirleri, meseleleri girdi. Vahdet-i Vücûdçuluk tasavvuf erbabının şiarı ve iftihar kaynağı haline geldi. Tekkelerden başlayarak medreselere kadar, maneviyat merkezlerinden eğitim ocaklarına kadar Vahdet-i Vücûdçuluk teneffüs edilmeye başlandı. Kitap ve sünnetle uğraşmamaktan, hadis ilmini tanımamaktan, onun sağlam ve güvenilir kitaplarından yoksun olmaktan dolayı tekkeler (maneviyat merkezleri), dinin asıl kaynaklarıyla zerre kadar alâkası olmayan ve ilk devir müslümanlarmm hiç tanımadığı bu inançların ve hareketlerin hedef tahtası haline gelmişti. [131]
Tasavvufun Yogizmden Etkileniri:
Binlerce seneden beri Yogizm ve Fakirizmin merkezi olan Hindistan'da müslüman tasavvufçular nefeslerini uzun süre tutarak ve bağdaş kurarak transa girme (kendi içine kapanma) suretiyle hayal ve nefes gücünü artıran, sihir yeteneği ilerlemiş yogilerle, ilişki kurmuşlardı. Bazı müslüman tasavvufçular o yogilerden bu maharetlerini öğrendiler. Diğer taraftan Arap âlimlerinin gelişi sebebiyle, halkının Mekke ve Medine'ye sık sık gidiş gelişlerinden ötürü hadis ilminin yayıldığı ve büyük âlim Burhanpur'lu Ali Muttaki ile ünlü talebesi büyük âlim Patnah Muhammed Tahir'in yetiştiği Gücürât bölgesi hariç tutulursa bütün Hindistan, altı sahih hadis kitabı Sıhâh-ı Süte 'yi ve hadis incelemeleri ve bid'atı uzaklaştırma görevini yaparak sağlam sünnetin ve doğru hadislerin ışığında hayat düzeni öne koyan âlimlerin kitaplarım tanımamıştı.
Hindistan'ın bu bölgesel ruhî felsefelerinin ve denemelerinin etkisi, döneminin ünlü şarlatan safsatacısı Govalyârlı Şeyh Muhammed Gavs'ın beğenilen kitabı Ceuâhir-i Hamse' de görülebilir. Bu kitabın temel konusu daha çok büyük zatların sözleri ve kendi kişisel deneyimleri üzerindedir. Sahih hadislerle sabit olmasını veya güvenilir siyer ve şemail kitaplarından almayı gerekli görmediği anlaşılmaktadır. Bu kitapta ahzâb namazı, âşıklar namazı, mezarı aydınlatma namazı ve çeşitli aylara mahsus namazlarla dualar vardır. Bunların doğru olduğuna dair hadis ve sünnetten hiçbir belge yoktur. Kitabın adı olan (Beş Cevher'in) "ikinci cevher" bölümünde şeyhe ait Esma-i Ekberiyye (En büyüklerin isimleri) bir araya toplanmıştır. Bunlar içinde meleklerin ibranice süryanice isimleri vardır. Onlara nida harfleriyle nida edilmiştir ki bundan da, Allah'tan başkasından yardım dileme kastedildiği şüphesi vardır. Bir de başmah duası bulunmaktadır ki, içinde geçen ibranice, süryanice isimler nida harfleriyle anılmaktadır. Kitabın tamamının dayandığı ana konu isimleri tanıtma üzerindedir. Bu isimlerin asıl mahiyetini bilen vekiller olduğuna inanılmıştır. Hece harfleri ve onların vekilleri de zikredilmiştir. Bir de "Nâdi Aliyyen Mazhar el-Acaib" duası vardır. [132]
İmam-ı Rabbânî'nin Bid'atlarla Mücadeleye Girişi:
Sünnetle bid'atm, şeriatla felsefenin ve tasavvufla yogizmin birbirine karıştığı o devirde, İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elfisâni hazretlerinin yenileme çalışması başlamış oldu. Bizzat Hâce Muhammed Abdullah'a gönderdiği bir mektupta manzarayı gözler önüne sererek şöyle yazmaktadır:
"Bu günlerde dünyada o kadar çok bid'at ortaya çıktı ki, sanki karanlıklar denizi coştu da sünnet ışığı bu dalgalar savuran denizde gece karanlıkları içinde surda burda ateşböceği parlıyor gibi geliyor. "[133]
İmam-ı Rabbânî; Hindistan'da müslüman idarenin elleriyle İslâm'ın kökünün kazındığı, tekkelerde sünnete değer verilmediği ve açık açık "Tarikat ve şeriat iki ayrı yoldur, onların metodları, merasimleri birbirinden ayrı, kanunları birbirinden farklıdır." denildiği bir zamanda, birinin bir meselenin şer'î isbatını sormaya cesaret ettiğinde alaya alınarak istihzalı sözlerle susturulduğu o nazik dönemde bütün gücüyle haykırarak şöyle demiştir:
"Tarikat, şeriata bağlı ve onun hizmetçi sidir. Şeriatın üstünlükleri tarikattaki ahvalden, müşahadelerden önde gelir. Bir şeriat emri üzerinde amel etmek, şeriatın bir tek hükmünü uygulamak, 1000 senelik tarikat riyâzatmdan daha faydalıdır. Sünnete uyma uğrunda gün ortası uykusu (kaylûle) geceyi uykusuz geçirmekten, bütün geceyi ihyadan daha üstündür. Bir şeyin helâl ve haram oluşunda tasavvufçuların hareketi senet (dayanak, belge) olamaz. Kur'an'dan, sünnetten ve fıkıh kitaplarından delil gösterilmelidir. Dalâlet erbabının yaptıkları riyâzatlar Allah'a yakınlaşma sebebi değil, Allah'tan uzaklaşmaya sebeptir. Şeriatta olmayan ruhçuluk; maneviyatçılık gösterileri, oyun ve eğlenceye girer. Dinin kişiden yapmasını istediği şeyler hiç bir zaman düşmez."
Şimdi ise bu gerçekleri dile getiren Mektubât' m-dan alıntıları okuyunuz:
"Şeriat; bütün dünya ve âhiret saadetlerini özünde toplamıştır. Şeriattan başka istekleri tam olarak karşılayabilecek başka bir sistem de yoktur. Tasavvufçulara imtiyaz sağlayan tarikat ve hakikatin ikisi de şeriatın hizmetçileri, ihlâs elde edilmesinde yardımcıdırlar. Böylece tarikat ve hakikatin elde edilmesinden amaç ancak, şeriatı kendi asıl ruhuyla yaşamaya onu aracı yapmak içindir. Şeriat dairesinin dışında başka bir şey olduğu için değil. Tasavvufçuların tarikatta mertebeler katederken elde ettikleri bilgiler, marifetler ve cezbe, (tarikatın) amaçları içine girmez. Onlar ancak bir kısım düşünceler, hayallerdir ki bunlar aracılığı ile tarikat çocuklarının (yeni girenlerin) gönlü okşanır, cesaret ve gayretleri artırılır. Asıl maksad bütün bunları aşarak makamların, manevî mesafe katetmenin ve cezbenin sonu olan rıza makamına ulaşılmasıdır."[134]
Aynı mektupta şöyle yazmaktadır:
"Kısa görüşlü kimseler, zikir anındaki halleri, vecd ve cezbeleri amaç kabul etmekteler. Sezgilerini, ilhamlarını ve içlerinde duydukları gelişmeleri, son hedefleri saymaktadırlar. Bunun da kaçınılmaz sonucu; onların vehim ve hayal zindanında tutuklu kalmaları ve şeriatın yüceliklerinden yoksun olmalarıdır.
Âyet:
"Senin müşrikleri kendisine çağırdığın şey, onlara çok büyük (ağır) geldi. Allah dilediğini kendisine doğru çeker ve kendisine yönelene de kendisine ulaşmayı nasib eder, (hidâyete erdirir)."[135]"[136]
Bir diğer mektubunda farzların nafilelerden Önce geldiğini, onlardan üstün olduğunu anlatırken şöyle yazmaktadır:
"Allah'a yakınlaşmayı sağlayan ameller ya farzlardır ya da nafileler. Nafilelerin farz karşısında hiçbir değeri yoktur. Kendi vaktinde bir farzın yerine getirilmesi bin senenin nafilesinden daha iyidir. O da eğer tam bir niyetle yerine getirilirse."[137]
Nefsi ıslah etme ve onun hastalıklarını tedavi etme yolunda şeriat hükümleriyle amel etmenin binlerce riyâzat ve mücahededen kat kat daha faydalı olduğunu anlatan bir diğer mektubunda şöyle buyuruyor:
"Şeriat hükümlerinden biriyle amel etmek; nefsani-yetçiliği (hayvanı duyguların peşinden koşmayı) gidermeden, kişinin kendi kendine planladığı riyâzatlar ve mücahedelerden daha çok etkilidir. Hatta bu riyâzat ve mücahedeler şerefli şeriatın gerektirdiği ölçüde değilse, o zaman onlar nefis isteklerini, nefsin hastalıklarım daha da artırıcı olur. Hindu brehmenleri ve yogiler riyâzat ve mücehedede hiçbir eksiklik bırakmadıkları halde onlara bu faydalı olmamıştır. Nefsi güçlendirmekten, ona daha çok gıda vermekten öte hiçbir faydası olmamıştır."
Diğer bir mektupta şeriatın yüceliklerinin önemini anlatırken şöyle yazar:
"Dünyanın pek çok insanı uyku ve hayal âleminde mest olmuş ve fındık fıstıkla yetinmektedir. Onların şeriatın yüceliklerinden haberi nerden olsun, tarikat ve hakikatin asıl mahiyetini, gerçek durumunu nerden bilsinler. Şeriatı kabuk, hakikati öz zannetmektedirler. Onlar gerçeğin ne olduğunu, gerçek durumun nasıl olduğunu bilmiyorlar. Tasavvufçuların yüzeysel (basit) sözlerine aldanmaktadırlar; onların dış hallerine, makamlarına hayrandırlar."[138]
Bir mektubunda, bir peygamber sünnetini yerine getirmenin faziletini anlatırken şöyle yazar:
"Fazilet ve üstünlük tamamen şerefli sünnete uymaya bağlıdır. Üstünlük ve imtiyaz da şeriata göre amel etmeye bağlıdır. Meselâ, sünnete uyma niyetiyle öğle uykusuna yatıhrsa yüzbinlerce gece uyanıklıklarından daha efdaldir. Zekât adına bir kuruş vermek, kendi keyfine göre dağ gibi altın sarfetmekten daha üstündür, "[139]
Başka bir mektubunda şöyle buyuruyor:
"Ham tasavvufçular, zikir ve fikri daha önemli kabul ederek farzları ve sünnetleri yerine getirmekte tembellik yapmaktadırlar. Çile doldurmayı ve riyâzat-ları tercih ederek cuma namazını ve cemaatle namaz kılmayı terketmektedirler. Cemaatle bir farz namazı kılmanın onların binlerce çile doldurmasından daha üstün olduğundan haberleri yok. Evet, şeriat prensipleri gözetilerek yapılan fikir ve zikirler çok iyi ve gereklidir. Bilgisi az, yeteneksiz âlimler de nafilelere özendirmekte büyük gayret gösteriyorlar, farzları ise geri plana atıp önemsiz duruma getiriyorlar.[140]
Mîr Muhammed Numan'a yazdığı mektubunda şöyle demektedir:
"Bu grup (tasavvufçular) içinde bir zümre vardır ki bunların, namazın gerçek durumundan ve onun kendine has yüceliklerinden haberleri yok ve bir türlü de bunları anlayamamışlardır. Bu yüzden onlar hastalıklarının tedavisini başka şeylerde aramışlar, amaçlarına ulaşmayı diğer şeylere bağlı görmüşlerdir.Hatta onlardan bir zümre, namazı gereksiz kabul ederek onun özelliklerine ve ayrıcalığına bakarak oruçta samedlik (kimseye muhtaç olmama) sıfatı tecelli ettiği için onun namazdan daha , üstün olduğunu düşünmektedirler. Kalabalık bir zümre de ızdıraplarım dindirecek şarkılar, ilahîler, cezbeler, neşeler aramakta; raks ve rak-kaslığı dahi bir maharet, bir üstünlük kabul etmektedirler. Onlar, "Allah haram bir şeye şifâ koymamıştır." hadisini duymadılar mı? Eğer onlar namazdan elde edilen kemalâtm (yüceliklerin, üstünlüklerin) bir tek kokusunu dahi hissetselerdi, nağme ve çalgı dinlemekten hiç bahsetmezler, cezbe ve neşelenmeyi hatırlarına bile getirmezlerdi.
Hakikati görmediklerinden efsane yolunda yürüdüler."[141]
Bir mektubunda müslüman olmayan ve fısk-u fücurla uğraşan, büyüleyici halleri gelişmiş kimselerin nefsi arındırma çalışmalarını anlatırken şöyle yazmaktadır:
"Gerçek mânada nefsi arındırma ve pisliklerden temizleme; güzel ameller yapmaya bağlıdır. Allah'ın rızasına uygun olan bu arındırma yukarıda geçtiği gibi ancak peygamberlik yoluyla mümkündür. Öyleyse peygamberlik yolunun dışında gerçek mânada nefsi arındırma, pisliklerden temizleme mümkün olmaz. Kâfirlerin ve hak yolun prensiplerine uymayan günahkârların yaptıkları arınma kalbin arınması değil nefsin a-rmmasıdır. Kalbin arınması olmadan nefsin arınması, dalâletten (doğru yoldan sapmaktan) başka hiçbir şeyi' geliştirmez, zarardan başka bir yol göstermez. Kâfir ve fasık olan kimselerin nefis arındırma çalışmaları sırasında bazen elde ettikleri birtakım gözle görülmeyen şeyleri keşfetmeleri ve görmelerine, bildirmelerine gelince; bu harikulade haldir, istidracdır. O kimselerin bundan elde ettikleri zarardan, yıkıntıdan, perişanlık tan başka bir şey değildir."^65)
Tarikat mensubundan ve arif olan kişiden şeriatıi sorumlu kıldığı görevlerin düşmesi ve bu kişilerin farzlara ve şeriat emirlerine bağlı kalmaktan serbestlik kazandığı inancını, şeriatın tamamını yok etmek için ateşli bir madde veya gizli bir yeraltı tüneli işi gören bu çok tehlikeli inancı reddederken, bir mektubunda şöyle yazıyor:
"Ham tasavvufçular ve düzensiz sapıklar, boyunlarım şeriat halkasından kurtarmak ve şeriat emirlerini avama özgü kılmak düşüncesindedirler. Nasıl ki devlet ileri gelenleri ve hükümdarlar sadece adalet ve eşitliği sağlamakla yükümlü iseler; avamdan olmayan özel ke-
65. Mektup No: 266, c.l, Hâce Abdullah, Hâce Ubejdullah adına.
siradekiler de sadece marifetten sorumludurlar diye düşünmektedirler. Onlar diyor ki: Şeriata göre amel etmekten maksat marifeti elde etmektir. Marifet de elde edilince şeriat sorumlulukları düşer. Kendilerine delil olarak da şu âyeti okumaktadırlar;
"Sana kesin iman nasip oluncaya kadar Rabbine ibadet etmeye devam et."[142]
Bir mektubunda da haram ve helâl olma hususunda tasavvufçuların davranışının delil ve senet olmayacağını yazarken şöyle buyurmaktadır:
"Tasavvufçuların hareketi haram ve helâl oluşta senet ve delil olamaz. Bizim onları kusurlu bularak kötülemememiz ve onların işini Allah'a havale etmemiz yeterli değil midir? Bu konuda İmam Azam Ebu Hanî-fe'nin, İmam Ebu Yusuf un, İmam Muhammed'in sözleri geçerlidir; Ebu Bekir Şiblî'nin, Ebu'l-Hasan Nuri'nin amel ve hareketleri değil. Bu devrin ham tasavvufçula-rı kendilerine bağlı olan müridlerinin hareketlerini bahane ederek saz, söz, müzik, ve raksı kendi din ve mezhebi gibi kabul etmişler, bunu ibadet ve tâat haline getirmişlerdir.
Âyet:
"Onlar dinlerini oyun ve eğlence haline getirdiler."[143]
îmam-ı Rabbânî'nin bu şeriat hâmiliği kıskançlık derecesine kadar ulaşmıştı. Kitap ve sünnete, genel ehl-i sünnet inancına ters böyle sofice bir görüş veya durum duyduğunda, bir de buna senet ve delil olarak rastgele bir tasavvuf kitabı veya büyüklerin sözlerinden ve hareketlerinden örnekler ileri sürüldüğünde onun Fârukluk damarı harekete geçer, kaleminden şeriat hâmiliği ve sünnet gayreti tufan gibi kabarırdı.
Hizmetinde bulunanlardan biri, bir büyük kişinin (Şeyh Abdülkebir Yemeninin) bu tür ürpertici, normal dışı bir sözünü nakîetmişti. İmam-ı Rabbânî buna dayanamadı. Kaleminden kendiliğinden şu ifadeler döküldü:
"Ey oğul, fakirin bu tür sözleri duymaya tahammülü yoktur. İster istemez benim Fârukluk damarım harekete geçiyor, kabarıyor ve başka türlü yorumlamaya, daha iyi bir mânaya yöneltmeye fırsat vermiyor. Bu tür sözleri söyleyen, ister Yemenli Şeyh-i Kebîr olsun, isterse Şamlı Şeyh-i Ekber (Muhiddin Arabî) olsun. Bize Muhammed-i Arabî (s.a.)'nin sözleri gereklidir. Muhiddin Arabi'nin, Sadreddin Konevî'nin, Şeyh Abdürrez-zak Kâşî'nin sözleri değil. Biz işimizi nassla (âyet ve hadisle) yaparız, fassla değil. (Muhiddin Arabi'nin Fusûs el-Hikem adlı eserinin her bir bölümüne fass denen sözleriyle değil.) Fütühât-ı Medine (Medine'nin verdiği feyizler) bize Muhiddin Arabi'nin Fütühât-ı Mekkiye isimli eserinin feyizlerine ihtiyaç bırakmamıştır."[144]
İmam-ı Rabbâniye göre şerefli şeriata uygun yapılan her türlü amel, zikir sayılır. Bir mektubunda şöyle yazıyor:
"Bütün zamanı Allah Teâlâ'yı zikretmekle geçirmelidir. Alışveriş de olsa şerefli şeriata uygun her amel ve hareket zikir sayılır. Öyle ise insan bütün hareket ve davranışlarında şeriat hükümlerini gözönünde bulundurmalıdır ki onların hepsi zikir sayılsın. Çünkü zikir gafletten uzak olmanın adıdır. Bütün hareketlerde, iş lerde şeriatın emir ve yasakları gözetilirse onları yapanlar bunları emreden tarafından ki O gerçek emreden ve yasaklayandır- gafletten kurtarılacak ve ona sürekli zikirde olma nimeti nasip edilecektir."[145]
Bu şeriat taraftarlığından ve şeriat gayretinden dolayı İmam-ı Rabbânî bazı şeyhlere karşı yaygınlaşmaya başlayan saygı secdesine şiddetle karşı çıktı ve haklarında bu konuda ilgisizlik gösterdikleri haberi gelen bazı bağlılarını şiddetle uyardı. Müşrikçe hareketler ve merasimlerini kötüleyip reddetme konusunda -ki bu konularda o dönemde bir ilgisizlik başlamıştı- şirk merasimlerine saygıyı, Allah'tan başkasından yardım istemeyi, dileklerde bulunma gibi müşrikçe inançları, küfür ehli olan gayri müslimlerin merasimlerine saygıyı ve onların âdet ve geleneklerine uymayı, büyük zâtlara hayvanları kurban etme ve adamayı, yaşlı erkek ve kadınlar adına niyet ederek oruç tutmayı kötüleme ve reddetme konusunda İmam-ı Rabbânî'nin açık ifadelerini ve keskin net ölçüler içindeki uyarılarını kendisine mürid olan saliha bir kadına yazdığı o uzun mektubunu dikkatle okuyunuz[146]
Bu inançları düzeltme ve şirki, bid'atı reddetme işi; uzun süre geçtikten sonra İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin Hindistan topraklarında başlattığı gerçek dine dönüşe çağrı yolundaki muazzam yenileme hareketiydi. (Bu toprakların müslüman halkının müslüman olmayan çoğunluk arasında kuşatılmış olmasından ve İslâm'ın yeni dönemde ortaya çıkmasından dolayı müs-lümanlar her zaman müşrikçe cahiliyete kapılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.)
İmam-ı Rabbânî'nin yenileme ve ıslah hareketini daha sonra olgunlaştırarak sürdüren ve geniş alana yayanlar bu çığırın ünlü mürşidleri, İslâm'ın hakimi Şah Veliyyullah Dehlevî Hazretleri ve onun sülâlesi[147] ile Şehid Seyyid Ahmed Hazretleri ve onun topluluğu olmuştur. Onlar dilleriyle, kalemleriyle, risale ve kitaplarıyla, Kur'an-ı Kerim ve hadis tercümeleriyle, ayrıca geniş çaplı İslâmı tebliğ seyahatleriyle bu ıslah ve tecdit hareketlerini sürdürmüşlerdir.
Burada bunun üzerinde biraz geniş bilgi verelim ve belirleyici bir ışık tutalım:
Çeşitli tarihî sebeplerden dolayı İslâm'ın tutunduğu temellerin daima zayıf kaldığı ve dünyanın başlıca büyük şirk dinleri ile müşrik milletlerinin merkezi ve vatanı olageldiği Hindistan'da İslâm'ın berrak pınarı fazlasıyla bulanmaya başlamıştı. Bu hayat pınarının; hiçbir kâşifin ve araştırıcının izine dahi rastlıyamıya-cağı şekilde o karanlıklar denizinde kaybolma endişesi vardı.
İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbânî, yenileme yolculuğuna başladığı zaman peygamberlerin peygamberlik metodlarmm tertibine tam uyarak ilk adımı bu noktada attı.Hükümdar Cihangir'in önünde secdeye kapanmayı reddetmesi onun yemleme hareketinin parlak simgesidir. Mektuplarında son derece açık ve her konuyu içine alan net ifadelerle tevhid inancım açıklamıştır. Allah Teâlâ'nın birliğini, sadece O'nun ibadete lâyık olduğunu delilleriyle anlatmıştır ki bu ifadeler onun ilimdeki güçlülüğüne, derinliğine örnektir. Şirk merasim ve gösterilerini reddetmiş, kendine bağlananlan cahiliye âdetlerinden, müşrikçe hareketlerden ve kâfirleri taklid etmekten şiddetle menetmiştir. Zaten bunlar yapılmadan yenileme hareketine başlanamazdı. Nerede kaldı ki başarılabilsin. [148]
Şirk Merasimlerine Saygı:
"Şirk merasimlerine, küfür şenlikleri ve kutlamalarına saygı göstermenin şirke gitmekte, sapıklığa düşmekte büyük payı vardır. Aynı anda iki dini birden doğru kabul eden şirk ehlindendir. İslâm dininin ve küfür dininin ikisinin birden hükümleriyle amel eden müşrikdir. İslâm dini için küfürden uzak kalmak ve ondan nefret etmek şarttır. Şirk şüphesinden nefret etmek tevhiddir. (Allah'ın birliğine inanmadır.)"[149]
Allah'tan Başkasından Yardım İstemek:
"Hastalıklardan kurtulmada putlardan ve tâğuttan medet umma -ki bu cahil müslümanlar arasında genel bir alışkanlık haline gelmişti- şirkin tâ kendisidir, dinden sapma (dalâlet)tir. Yontulmuş yontulmamış taşlardan dileklerde bulunmak Allah Teâlâ'yı açık açık inkâr etmektir, küfrün tâ kendisidir. Allah Teâlâ dalâlette kalan bazı kimselerin durumunu anlatırken şöyle buyurmaktadır:
"Onlar davalarını tağuta (hakka baş kaldıran azgına) götürmek isterler. Halbuki onlara, onları reddetmeleri emredilmiştir. Şeytan ise onları hak yoldan saptırarak uzaklara alıp götürmeyi istemektedir."[150]
Pek çok kadın son derece cahilliklerinden dolayı kendilerinden yardım dilenmesi menedilen, Allah'tan başka şeylerden yardım dilemeye yakalanmakta ve uydurma, hayalî varlıklardan belâları defetmesini istemektedirler. Böylece şirke ve şirk merasimi yapmaya yakalanmaktalar." [151]
Sîtle:
"Bu müşrikçe inanç, müşrikçe merasimler ve davranışların görülmesi, hissedilmesi özellikle Hindistan kadınları arasında sîtle adıyla meşhur olan çiçek hastalığı ortaya çıktığında olmaktadır. O zaman iyi kötü bütün kadınlar bu genel cehalete ve küfre yakalanmış gözükmektedirler. Bu şirk görüntülerinin ince tehlikelerinden korunmuş ve o şirk merasimlerinden birine kutlamalar sırasında katılmamış, -Allah'ın kendisini koruduğu hariç- bir tek kadına rastlamak zordur."[152]
Kâfirlerin Kutlamalarına Değer Vermek:
"Aynı şekilde Hindularm bayramlarına, kutlamalarına değer vermek ve yahudilerin benimsedikleri merasimler gününü kutlamak da şirki gerektirir, küfrü icab ettirir. Nitekim Hindularm boya bayramı (Divali) günlerinde cahil müslümanlar, özellikle onların kadınları kâfirlerin âdet ve merasimlerini taklid etmekte ve kendi bayramı gibi kutlamaktadırlar. Kâfirlerin hediyeleş-meleri gibi, kendileri tarafından kızlarına, kız kardeşlerine tamamen müşriklerin renk ve biçiminde hediyeler göndermektedirler. Kaplarım "tamamen kâfirlerin boyasıyla" boyamaktadırlar ve kırmızı fırmlıkla doldurarak göndermektedirler. O kutlamaya ve kutlama gününe özen göstermektedirler. Bütün bunlar şirk olup İslâm dinini inkâr etmek demektir." [153]
Yatırlara ve Ermişlere Adak Adama:
"Aynı şekilde yatırlara, erenlere, büyük zatlara kurban adamaktadırlar. Onların mezarlarına hayvanlar götürerek kurban etmektedirler. Fıkıh ölçülerinde bu hareket de şirk arasında sayılmış ve o konuda çok açık bir ifade kullanılmış, kesinlikle şirk olduğu bildirilmiştir. Bu şekilde hayvan kurban etmek; müşriklerin korkularından dolayı veya bir şeyler umarak cinlere kurban edegeldikleri hayvan kesmelerden sayılmıştır ki, bu şer'an yasaktır, şirk'e girmektedir. Bu hareketten de sakınmak şarttır. Çünkü bunda şirk kokusu bulunmaktadır. Adak tarzları ve şekilleri pek çoktur. Hayvan kurban etmeyi adamaya ne gerek vardır ve bu hareketle cinler adına kesilen kurbanlara katılarak cinlere tapanlara benzeyiş meydana getirmeye ne lüzum vardır?" [154]
Yatırlar Adına Oruç Tutmak:
"Kadınların işte bu türden bir de oruç tutması vardır. Onlar bu orucu yatırlara, ermişlere adayarak tutmaktadırlar. Çok kere bu orucun adını kendi kendilerine değiştirerek onların adına niyet etmekteler. İftar zamanında her oruç için özel bir tarz kullanmaktadırlar. Oruçlar için belli günler tayin etmekte arzu ve isteklerini bu oruçlara bağlamaktadırlar. Bu oruçları sebep yaparak ermişlerden, yatırlardan dileklerini istemektedirler. Böylelikle onların dileklerim yerine getireceklerini zannetmektedirler. Bu ibadet de şirk demektir. İbadet aracılığıyla dilek ve arzularını Allah'tan başkasından istemektir. Bu hareketin, bu tür davranışların çirkinliğini çok iyi tanımalıdır. Kudsî bir hadiste bildirildiğine göre Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Oruç benim içindir ve onun karşılığını (mükâfatını) ben vereceğim." Yani oruç bana özgüdür. Başka birinin oruç ibadetinde ortaklığı olamaz. Her ne kadar diğer ibadetlerde de Allah Teâlâ'ya ortaklık olamaz ise de, orucun özellikle anlatılması bu ibadetin öneminden dolayıdır. İşte bundan dolayı te'kidle bu ibadette ortaklık reddedilmiştir.
Bu hareketin çirkinliği anlatıldığında bazı kadınların; biz bu oruçları Allah için tutuyoruz. Onların sevabını yatırlara bağışlıyoruz, demeleri sadece bir aldatmacadır. Eğer onlar bu sözlerinde doğru olsalardı oruçlar için günler belirlemek gerekli olur muydu? Yatırlara özel yemek hazırlamaya, iftar sırasında çeşitli çirkin kaideler, tarzlar belirlemeye ne gerek vardı? Çok kere öyle oluyor ki, iftar zamanında haram şeyler yapıyorlar da herhangi bir haram şeyle iftar yapıyorlar; ihtiyaçları olmadığı halde dileniyorlar, sadaka istiyorlar ve bununla oruç bozuyorlar. Dileklerinin yerine getirilmesini, arzularının karşılanmasını bu haram harekete bağlı zannediyorlar. Bu dalâletin, sapıklığın tâ kendisi ve mel'un şeytanın oyunudur. Ancak Allah Teâlâ bütün bu şeylerden koruyandır. "[155]
Saygı secdesini menetme konusunda aynı şekilde İmam-ı Rabbânî'nin çeşitli açık ve güçlü ifadelerle dolu mektupları vardır. Onlardan bazı alıntıları aşağıya alıyoruz. Müridlerinden biri olan Mîr Muhammed Nu-man'a yazdığı mektupta şöyle buyuruyor:
"Bazı fıkıh âlimleri her ne kadar sultanları selâmlamak için saygı secdesi yapılmasını caiz görmüşlerse de, büyük sultanlara yakışan; bu konuda Allah Teâlâ Hazretlerinin huzurunda alçakgönüllülükle hareket etmeleri, bu çeşit son derece zilletle eğilip bükülmeyi Allah'tan başkasına caiz görmemeleridir. Allah Teâlâ koca bir dünyayı, onların (sultanların) emrine vermiş, onlara muhtaç kılmıştır. Bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmeli ve bu şekildeki aşırı derecede acizlik ve tevazu belirten alçakgönüllülüğü, Allah Teâlâ'nın huzurunda yapmaya özgü kılmalıdır. Bu işte Allah'la ortak olmamalı. Her ne kadar bir grup bu hareketin caiz olduğunu kabul etmiş ise de, sultanların kendileri alçakgönüllülükleri ve edeplerinden dolayı buna izin vermemelidirler. Çünkü buna uygun düşen ilâhî ferman şöyledir:
"İyi hareketin karşılığı mutlaka iyiliktir."[156] Taniserli Şeyh Nizameddin adındaki bir müridine yazdığı mektupta ise şöyle buyuruyor:
"İnsanların anlattığına göre; sizin bazı halifelerinize kendi müridleri secde ediyorlarmış, yeri öpmekle de yetinmiyorlarmış. Bu hareketin çirkinliği güneşten daha açıktır. Onları böyle yapmaktan menet. Meneder-ken de bütün şiddetinle etkinliğini kullan. Bu tür hareketlerden kaçınmak herkesten istenirse de özellikle Allah'ın kullarına önderlik yapmak üzere öne çıkan kişiden daha çok istenir. Bu kişinin (kendine saygı secdesi yaptıran kişinin) o tür hareketlerden sakınması en büyük ve en önemli görevlerindendir. Çünkü ona bağlananlar, onun hareketlerini benimseyecekler ve bu yüzden büyük bir felâkete düşeceklerdir."[157]
SÜNNETİ YAYMA, BİDATİ REDDETME
Bid'at Nedir?
Allah'ın ve Resulünün dine sokmadığı veya yapılmasını emretmediği bir şeyi dine sokmaya, onun bir parçası kılmaya bunu Allah'a yaklaşmak için ve sevap kazanmak için yapmaya ve bunun uydurma şartlarına, kaidelerine sanki bir şeriat emriymiş gibi bağlanmaya, uygulamaya bid'at denir.
Bid'at aslında, Allah'ın dini içine insan şeriatı yerleştirmektir. Bu şeriatın ayrı bir fıkhı ve bazı kereler Allah'ın şeriatına paralel ve bazı vakitler sayı ve önemde Allah'ın şeriatından daha fazla olan ayrı farzları, vacipleri, sünnetleri müstehapları vardır. Bid'at; şeriatın en küçük bir eksiği kalmadan tamamlandığı, belirlenmesi gereken konuların belirlendiği, farz ve vacip kılınması gereken şeylerin farz ve vacip kılındığı, din darphanesinin kapandığı, artık onun adına basılan paraların sahte olduğu gerçeğini gözönünde bulundurmaz. İmam Mâlik ne güzel buyurmuş:
"Kim İslâm'da bir bid'at ortaya çıkarır da onu güzel görürse o kişi; Hz. Muhammed (s.a)'in Allah'tan getirdiği emirleri (hâşâ) eksik bildirerek peygamberlik görevine ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ "Bugün ben sizin dininizi tamamladım" buyuruyor. O gün (peygamberin döneminde) dinden olmayan şey bu gün de dinden olamaz."
Allah tarafından indirilen şeriatın özelliği onun kolay uygulanırlığı ve herkes için, her devirde yapılabilirliğidir. Çünkü dini ortaya koyan, insanı yaratandır. O, insanın ihtiyaçlarını, onun yaratılış gücünü, onun kabiliyet ve güçsüzlüğünü bilendir.
Âyet:
"Allah yarattığını bilmez mi ? Halbuki O en ince gören ve tam bilendir."[158]
Bu bakımdan ilâhî şeriat kovuşta ve semavî şeriatta bütün bunlar gözetilmiş tir. Ama insanın kendisi şeriat koymaya kalkarsa bunları gözönünde bulundura-maz. Bid'atların karışması hatta zaman zaman bid'at-larm eklenmesi sonucu din o kadar zor, dolambaçlı ve uzun şekil alır ki, insanlar mecbur kalarak böyle bir dinin halkasını boyunlarından çıkarıp atarlar ve Allah'ın "Dinde zorlama yoktur" fermanı ile yaptığı iyilik ve ikram geri alınır. Bunun örneği; bid'atm rahatlıkla hareket etme fırsatı bulduğu ibadet ve merasimlerin, farzların ve vaciplerin o uzun listesinde görülebilir.
Din ve şeriatın bir özelliği de onun evrensel birliği, dünyanın her tarafındaki aynılığıdır. O her devir ve zamanda bir tek ve aynı olarak devam eder.Dünyanm herhangi bir bölgesinin bir müslüman vatandaşı, dünyanın her hangi bir diğer bölgesine gitse o; din ve şeriata göre amel etmekte ne bir zorlukla karşılaşır, ne de herhangi bir idarenin uyarısına ve yol göstermesine ihtiyaç duyar.
Bunun aksine bid'atlarda bir birlik ve beraberlik bulunmaz. O her bölge ölçüsüne göre, millî veya sosyal kalıba göre şekil alır. Tarih ve bölge şartlarına bağlı olarak, kişisel menfaat ve amaçlar sonucu ortaya çıkar. Bu bakımdan her ülkenin hatta daha da ileri giderek bazı kereler her bir eyaletin ve her bir şehrin kendilerine ait bid'atları, sonra da mahallelerin, evlerin kendilerine özgü dinî icadları olur ve bu şekilde şehir şehir ve ev ev her yerin dini, din anlayışı değişik hale gelebilir.
İşte bu ebedi ve evrensel faydalardan dolayı Hz. Peygamber Efendimiz ümmetini bid'atdaiı kurtarmayı ve sünneti korumayı ısrarla en güzel ifadelerle anlatmış ve şöyle buyurmuştur:
"Kim bizim dinimizde daha önce olmayan yeni öijr- i şey ortaya çıkarırsa o reddedilmiştir."
"Daima bid'atdan sakının. Çünkü bütün bid'atlar i dalâlet (dinden sapmajdır. Her dalâlet de cehennemdedir. "
Ve şu hikmetli sezgisini (önceden haber vermesini) buyurmuştur:
"Bazı insanlar dinde yeni birşey (bid'at) ortaya çıkardıklarında onun kadar bir sünneti de mutlaka bununla ortadan kaldırırlar."
Sahabe-i kiram, onlardan sonra da müçtehidler, İslâm fıkıh bilginleri ve kendi dönemlerinin ıslahatçıları, yenileyicileri, Allah'a ve dinine bağlı âlimler daima; kendi devirlerinin bid'atlarma şiddetle karşı çıkmışlar, güçleri yettiği ölçüde İslâm toplumunda ve dinî ortamlarda bu bid'atların benimsenerek yayılmasını önlemeye çalışmışlardır. Bu bid'atlarda genel halkı ve sade inamşlı insanları mıknatıs gibi çekicilik her devirde olmuş ve dünyacılığı meslek edinmiş dinî zümrelerin ve kişilerin şahsî menfaatlerine bu bid'atlar vasıta kılınmıştır. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de bunu şu mucize âyetiyle tasvir etmektedir:
"Ey iman edenler, rahipler ve papazların çoğu in-
sanların mallarını doğru olmayan yollarla yiyorlar ve Allah yolundan alıkoyuyorlar."[159]
Bu bid'atlarla mücadele etmesi yüzünden bu yeni-leyicilere şiddetli karşı çıkışlar olmuş, kendilerine eziyetler yapılmıştır. Fakat onlar buna hiç aldırmamış, bid'atlara karşı mücadeleyi kendi zamanlarının cihadı, şeriatı koruma ve dini aslından değiştirme (tahrif)den koruma kabul etmiş, bunu mukaddes bir görev saymışlardır. Bu bid'at karşıtlarına ye sünnet bayrağım taşıyanlara dönemlerinin avam tabakası veya avam tabakası gibi olan özel kesimden insanlar tarafından "donuk", "gelenekçi", "din düşmanı" vs. isimler verilmiş; fakat onlar bunlara hiç aldırış etmemişlerdir. Onlar bu dil ve kalem cihadı ile hak ve doğruyu ortaya koymuşlar, bâtılı geçersiz kılmışlar, bid'atları öyle yok etmişlerdir ki bazı tarihlerde ancak o bid'atlarm adı kalmıştır. Geride kalanlarına karşı da hak yolun âlimleri savaş halinde cephe almışlardır.
Âyet:
"Müminlerden öyle bir takım insanlar vardır ki,~ onlar Allah'a verdikleri sözde durdular, sonra onlardan kimi ahdini yerine getirdi ve yine onlardan kimi , (ahdini yerine getirmek üzere) beklemektedir. Ve onlar en ufak bir değişiklik yapmadılar."[160]
Bid'at-i Hasene Mugalatası:
Bu konuda en büyük mugalâta, bid'at-ı hasene (güzel bid'at) mugalâta siydi. İnsanlar bid'atı; bid'at-ı hasene, bid'at'i seyyie diye iki kısma ayırmışlardı. "Bid'atm hepsi seyyie (kötü) değildir. Pekçok bid'at hasene (iyi* güzel) bid'atlardır, Bid'at-ı hasene ise hadisde bildiri-, len "her bid'at dalâlettir" hükmünün dışındadır" diyorlardı.[161]
' İmam-ı Rabbânî bu ayırıma ve bid'at-ı haseneye karşı öyle bir şiddetle cihad bayrağını yükseltmiş öyle bir güçle, güvenle ve ilmî delilleriyle onu reddet1; mistir ki, benzeri uzun zaman görülmemiştir. Bu konuda Mektubât' mdan bazı alıntılara bakınız:
Hz. Peygamber'in sünnetlerini yaymak, benimsetmek ve bid'atlarm engellenmesini özendirmek üzere kendi mürşidinin oğlu Hâce Muhammed Abdullah'a yazdığı bir mektupta şöyle demektedir:
"Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun, HzL Peygamber Efendimizin peygamberliğinin üzerinden bin senenin geçtiği bir zamandır. Şimdi hem de kıyar met alâmetlerinin görülmeye başladığı peygamberlik döneminin uzaklaşmasından ötürü de sünnetin perdelendiği (kaybolduğu), yalan dolan zamanı olduğundan dolayı bid'atm yaygınlaşıp benimsendiği bir devirdir. Sünneti koruyan, ona yardım eden ve bid'atı ayağının altına alarak yenen bir yiğit kişiye ihtiyaç vardır. Bid'atı yaymak dini mahvetmeye denktir. Bid'at ve bid'atçıya saygı göstermek İslâm sarayını yıkmakla eş anlamlıdır. Hadiste şöyle buyuruluyor:
"Bid'at işleyen kişiye saygı duyan kimse İslâm'ı yıkmada görev almıştır."
Bütün azim ve iradeyle sünnetlerden bir sünneti yaygınlaştırmaya bid'atlardan da bir bid'atı yok etmeye yönelmelidir. Bu hareket her zaman için gerekliydi ama, İslâm'ın ayağa kaldırılması; sünnetin yaygınlaştırılmasına ve bid'atm yok edilmesine bağlı olduğu, İslâm'ın zayıfladığı bu devirde daha da gerekli olmuştur."
Bundan sonra aynı mektupta bid'atm bölümlere ayrılmasına, onun iyi ve güzel yönünün olabileceğine ve bid'at-ı hasene deyimine karşı çıkarak şöyle yazmaktadır:
"Önceki insanlardan bir kısmı bid'atta bir miktar güzellik görerek; bid'atm bazılarına müstahsen demişlerdir. Fakat bu fakir, bu konuda onlarla aynı görüşte değil. Hiçbir bid'atı dahi hasene kabul etmiyorum ve bu noktada onu bulanıklıktan, karanlıktan başka bir şey de görmüyorum. Hz. Peygamber Efendimiz şöyle, buyuruyor:
"Her bid'at dalâlettir."[162]
Arapça olarak Mîr Muhibbullah'a yazdığı bir başka mektubunda şöyle buyurmaktadır:
"İnsanların nasıl olup da böyle bir meselede güzellik olabileceği kararma vardıklarını; İslâm'ın mükemmel din oluşundan sonra, Allah'ın beğenip razı olduğu bu dininde nimetlerini tamamladıktan sonra bid'at-ı hasene diye bir şey icad etmelerini anlamıyorum. "Tamamladıktan, mükemmelleştikten ve Allah tarafından beğenildikten sonra, bir dinde yeni bir şey ortaya çıkarılmasmda güzellik olamaz." inci gibi sözünü bu adamlar bilmiyorlar mı? Hakdan sonra ancak dinden sapma değeri taşıyan şeyler kalır. Eğer bu adamlar; mükemmel bir dinde yeni ortaya çıkan bir şeyin güzel olduğuna karar vermenin, o dinin mükemmel olmadığını gerektirdiğini bilselerdi ve bunun Allah'ın nimetinin hâlâ tamamlanmadığım ilan etmek demek olduğunu anlasalardı buna asla cür'et etmezlerdi.”[163]
Bir başka mektubunda bu istisna üzerinde söz ederken şöyle yazmaktadır:
"Dinde her yeni icad edilen şey bid'at olduğuna, her bid'atm da dinden sapma (dalâlet) olduğuna göre; herhangi bir bid'atta güzellik bulunması ne demektir? Hadislerden açık ve net olarak, her bid'atm sünneti ortadan kaldırdığına ve bundan da hiçbir istisna ve ayırım yapılmadığı anlaşıldığına göre, kesin olarak her bid'atm seyyie (kötü) olduğu sonucu çıkar. Hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
"Bir topluluk ortaya bir bid'at çıkardığı zaman, ancak sünnetten de onun kadarını ortadan kaldırmış olur. O halde sünnete bağlılık, bir bid'at (dinde olmayan yeni ve dinden gösterilen yeni bir şey) ortaya çıkarmaktan daha hayırlıdır."
Hz. Hasan (r.a)'dan Hz.Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ne zaman ki, bir topluluk dinlerinde bir bid'at ortaya çıkarmışsa, Allah Teâlâ da onların sünnetinden o bid'at kadarını çekip almış, sonra da onu kıyamet gününe kadar onlara geri vermemiştir."
Bilinmeli ki, bazı âlimlerin, şeyhlerin hasene kabul ettikleri bazı bid'atlar iyice gözden geçirilip incelendikleri zaman onların da sünnetleri ortadan kaldırdıkları anlaşılacaktır.”[164]
Yine aynı mektupta bid'at-ı hasene diye bir şeyin olabileceğini tamamen reddederek şöyle yazar:
"İnsanlar; bid'at-ı hasene ve bid'at-ı seyyie diye bid'atın iki çeşit olduğunu söylediler. Peygamber Efendimiz ve hulefâ-i râşidin devrinden sonra ortaya çıkan ve kendisiyle hiçbir sünnet ortadan kalkmayan güzel bir amele bid'at-ı hasene; sünneti ortadan kaldırana ise bid'at-ı seyyie diyorlar. Bu fakire göre bid'atlarm hiçbirinde güzellik ve parlaklık gözükmüyor. Bu bid'atlarda karanlık ve bulariıklıkdan başka hiç bir şey hissedilmiyor. Farz edelim ki, herhangi bir uydurma harekette görme zayıflığından dolayı tazelik, temizlik ve güzellik gözüksün, yarın gözde görme gücü kuvvetlenince, (âhirette) uzağı ve derini görme kabiliyeti elde edince o zaman zarar anlaşılacak ve pişmanlıktan başka bir sonuç elde edilemeyecektir. İnsanlığın efendisi Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kim bizim dinimizde onun aslından olmayan bir-şey icad edip ortaya çıkarırsa o reddedilmiştir, (dinden değildir, kabul edilemez. )"[165]
O devirde yayılmakta olan bid'at-ı haseneler arasında mevlid toplantıları da vardı. (Hz. Peygamberin doğumunu kutlamak için meydanlarda toplanarak çeşitli konuşmalar, kasideler, şiirler okunurdu.) Bu kutlamanın amacı ve taşıdığı yüksek duygu açısından ona bid'at denerek karşı çıkılması çok hassas ve zor bir işti. Böyle bir karşı çıkış halkta yanlış anlama doğurması ve bunu saygısızlık, Hz. Peygambere duyulan sevginin azlığına vermeleri tehlikesi vardı. Fakat asırların en hayırlısı olan Peygamber asrında olmayan bir şeyin, dinin ilerlemesine ve İslâm ümmetine faydalı olmayacağında, zaman geçtikçe çeşitli zararların çıkacağı endişesinde tam bir kanaat sahibi olan îmam-ı Rabbânî Hazretlerine; Peygamberimizin doğumunun (mevlid) kutlamalarında bir zarar yoksa bunda ne sakınca vardır? diye sorulduğunda cevap olarak şöyle söyledi:
"Efendim; bu fakir şöyle düşünüyor: Bunun (bid'atın) kapısı kesinlikle kapatılmadığı sürece keyif ehli, zevk erbabı bundan vazgeçmeyeceklerdir. Birazcık da olsa bunun caiz olduğuna (bid'at-ı haseneye) fetva verilirse, gün geçtikçe iş bambaşka bir hal alacak ve azı çoğunu coşturacaktır."[166]
îmam-ı Rabbânî'nin; bid'atların tümüne karşı çıkması ve bid'at-ı hasenenin varlığını kabul etmemesi şeklinde, derin kavrayışlı ve cesaretli adım atışı sayesindedir ki büyük bir tehlikenin önüne geçilip çok büyük bir dinî yozlaşmanın kapısı kapatılmış oldu ve araştırıcı özelliklere sahip olmayan âlimlerin desteği, tekkelerin himayesi ve basit inanışlı devlet ileri gelenlerinin ilgisi ve koruması sayesinde İslâm toplumunda yayılmakta olan bu tehlikenin önüne geçilmiş oldu. İslâm ve müslümanlar adına Allah ona en güzel mükâfatı bahşetsin. [167]
ALTINCI BÖLÜM
VAHDET-İ VÜCÜD MU, VAHDETİ ŞÜHÛD MU?
MUHİDDİN ARABÎ VE VAHDET-İ MESELESİ
Manevî cezbeler karşısında mağlup olan eski tasav-vufçulardan bazılarının ağzından Vahdet-i Vücûd-çuluğa delâlet eden ifadeler çıkmıştır. Bu ifadeler içinde, meşhur mürşid ve arif Beyazid-i Bistâmî Hazretlerinin -ki o pekçok tarikat zincirinin büyük mürşidlerin-dendir- "Kendimi takdis ederim, şanım ne büyüktür" ve "Cübbemin içinde Allah'tan başka bir şey yoktur." sözleri ile Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'1-Hak" sözü meşhurdur.
Fakat, Şeyh-i Ekber adıyla şöhreti her tarafı tutan Muhiddin Arabî (Ö.H. 638) bu duygunun ve tutumun müceddidi, mühürleyicisi ve ilmî olarak kurucusudur.
Onun devrinden beri Vahdet-i Vücûd anlayışının ünü ve değeri ö dereceye ulaştı ki, tasavvuf ehli arasında bir iklim etkisi gibi yayılıp gitti. Bu etkiden en güçlü ruhî yapıya sahip olanlar bile tamamen kurtulamadı. Nihayet bu anlayış manevî zevk ve inceleme erbabının şiarı ye ortak sıfatlan haline geldi. Bunu reddetmek de cehaletini ortaya koyma, tasavvuf toplumunu tanımama, tufeyli olduğunu ilan etme demek olduğu ileri sürüldü. İmam-ı Rabbaninin ifadesiyle:
"Onlar sarf ve nahiv biliminin kaideleri gibi bu görüşe de bölümler, maddeler ve kaideler belirlediler."[168]
Muhiddin Arabi'ye göre Vahdet-i Vücûd'un aslı nedir? O, bunu nasıl ortaya koymaktadır? Buna ne gibi deliller göstermektedir ve bunu nasıl açık bir gerçek, bizzat uygulanarak elde edilmiş deneyim, sezgi ve görgü konusu yapmaktadır? Sonra o, nasıl ayrı bir felsefe ve ekol değeri kazanmıştır?
Bu konu hakkında o adar çok kitap yazılmıştır ki bunların kısa bir özetini çıkarmak bile çok büyük bir kitap yazmayı gerektirir.
Vahdet-i Vücûd, felsefe ve tasavvufun, her ikisinde de ince bir konu olduğundan ve felsefe ile tasavvufun ince terimlerinin bilinmesi gerekip onun manevî deneyimleri ve ilmî akışıyla da derin ilgisi bulunduğundan dolayı, bu kısa bölümde onu çepeçevre anlatmak imkânsızdır. Okuyuculardan ilmî olarak bunu anlama arzusunu taşıyanlar, Muhiddin Arabi'nin meşhur Fütû-kât-ı Mekkiyye ve Füsûs el-Hikem isimli eserlerine ba şvurmahdırlar.
İraam-ı Rabbânî Hazretleri, Vahdet-i Şühûd'u isbat etme yolunda uzun mektuplar yazmıştır. O mektuplarda Muhiddin Arabi'nin anlayış ve görüşünü ortaya ko-yuş tarzından, onu anlatış ve özetleyiş biçiminden de bu Vahdet-i Vücûdçuluğu ve amacını, ne demek istediğini anlamakta kolaylık sağlanacaktır. O mektuplardan gerekli alıntılar bu konuda yeri geldikçe sunulacaktır.
Biz burada Lucknowlu ilimler denizi büyük âlim Abdülalî'nin (Ö.H. 1225) Vahdet-i Vücûd risalesinden birkaç alıntıyı sunacağız.
Yazar, hikmet ve usûl bilgilerinin coşkun denizi olmakla birlikte Şeyh-i Ekber Muhiddin Arabi'nin Vahdet-i Vücûd görüşünün açıklayıcısı, aktarıcısıdır. Onun eserlerinin özellikle Fütuhât-ı Mekkiyye ve Füsûs el- Hikem' in dalgıcı, derinliklerini tanıyan biridir. Bu alıntılardan bir ölçüde Şeyh-i Ekber'in maksadını ve ne demek istediğini anlamada faydalanılacaktır. Her ne kadar o alıntılarda da konunun erbabının ve ariflerinin dilini, üslûbunu tanıyan kişilerin anladığı deyimler ve tabirler varsa da, bundan daha özlü ve açık anlatan bir belge elimize geçmediği için bundan faydalanmak mecburiyetinde kaldık:
"Allah Teâlâ'dan başka var olan her şey şüûnât ve taayünât âlemidir. Şüûnât ve taayyünâtın hepsi de o Allah'ın görüntüleridir. O, onlar içinde tecelli etmekte ve onlar içine sirayet etmiş, girmiş bulunmaktadır. Onun sirayet edişi hulûlcülerin inandığa gibi, ya da Vahdet-i Vücûdçularm anlattıkları gibi bir sirayet değildir. Aksine bu sirayet sayıların içine l'in sirayeti, girişi gibidir. Sayıların bütün rakamları birler basamağının tekrarından başka birşey değildir. Kâinatta bir tek kaynak, yani bir tek zâtın tecellisi vardır. Çokluk içinde ancak o tecelli etmektedir. Onun zât'ından çokluk meydana gelmez. Allah'ın mukaddes zâtının varlığından o çokluk âlemi gözler Önüne çıkmıştır. Ancak Allah'ın zâtı o çokluk içinde görülendir. Sadece Allah ilktir, Allah sondur. Ancak Allah görülendir. Ancak Allah görülmeyendir. Allah ortak kılınmaktan pâk ve münezzehtir."
"Allah Teâlâ'nın adı herhangi bir görüntü olmadan tecelli etmez. O mübarek ad ister tenzihi olsun ister teşbihi olsun. İsimler görüntülere bağlı olduğundan ve görüntüler olmadan da onun yüceliği kavranamadığından dolayı; bütün kaynaklar onun görüntüleri olsun, onun adlarının yüceliği de tam olarak ortaya çıksın diye Allah Teâlâ kâinatın kaynaklarını var etmiştir,
Allah Teâlâ zâtı kemalde kesinlikle ganîdir. Fakat isimler, kemalinin mertebesinde kâinatın dış varlığından ganî değildir. Şirazlı Hafız şöyle demektedir:
"Sevgilinin gölgesi âşık üzerine düşerse ne olmuş sanki;
Biz ona muhtacız, o da bize arzuludur."
Yani, eğer sevgilinin gölgesi âşık üzerine düşerse ne olacaktır ki, zaten biz ona (o gölgeye) muhtaçtık, o da bizi özlemişti. Bu sözler şu kudsî hadisten anlaşılmaktadır: "Ben gizli bir hazineydim, tanınmayı istedim, bundan dolayı insanları yarattım. Tâ ki ben tecelli etmiş olayım, yaratıklar da benim ve benim isimleri-mirt görüntüleri olsun."
"Kim, bir Allah vardır, bir de Allah'tan başka olması, olmaması eşit olan yaratıklar âlemi vardır, diye iki ayrı varlığa inanırsa bu şirk koşmaktır ve onun bu şirki gizli şirktir. Kim ki bir tek varlığa inanır ve sadece Allah'ın varlığı vardır, ondan başka ne varsa Allah'ın görüntüleridir; görüntülerin çokluğu ise onun birliğine aykın değildir diye inanırsa, işte o kişi birleyici (bir tek Allah'a inanan) dir."
"Sen Hakkın aynı değilsin. Çünkü Hak Teâlâ mutlak varlıktır. Sen ise onun varlığıyla şartlı ve belirlenmiş varlıksın. Belirlenmiş bir varlık da hiçbir şekilde mutlak varlığın aynısı olamaz. Evet şu var ki, sen kendi varlığınla hakkın kendisisin. Hak Teâlâ sende belirlenmiştir. Sen Allah'ı aynı varlıklar içinde yerleşme bağından uzak ve yerleşme bağıyla ilişkili buluyorsun. Yani Allah Teâlâ'yı yerleştiği yerde tecelli ediyor görüyorsun. Allah'tan başka ne bir başka varlık vardır, ne de başka bir mabut vardır."[169]
Bu konunun etkisi Şeyh-i Ekber Muhiddin Arabi'nin döneminden sonra o kadar yaygınlaştı, o kadar herkesi tesiri altına aldı ki, felsefeciler, tasavvufçu-lar ve şairler arasında % 9O'ı buna inanır veya bundan sayılarak onunla aynı türküyü söyler hale geldiler.
Muhiddin Arabî ile aynı düşüncede olmayanlar,, daha çok hadis, fikıh âlimleri ve kendilerine zahir âlimleri denilen bilginlerdir. Bunlar arasında Hafız İbn Hacer Askalânî, Allâme Sehavî, müfessir Ebu Hayyân, Şeyhülislâm İzzeddin b. Abdüsselâm, Hafız Ebu Zür'a, Şeyhülislâm Siraceddin el-Bülkinî, Molla Aliyyü'1-Kârî, Allâme Sadeddin Taftazanî gibi ünlü bilginler ve bilim dalı önderleri vardır.
Her ne kadar bu kişiler; bilgileri, faziletleri, kitap ve sünnete vâkıf oluşları ve din ilimlerinde derya gibi oluşları sebebiyle çok üstün kimseler idiyseler de, tasavvuf ve hakikat erbabı bir ikisi hariç onlardan hiçbirini manevî ilimlerin inceliklerini bilen kimseler kabul etmiyorlardı. Bu yüzden onların tasavvufa bu tür karşı çıkışlarını, "İnsanlar bilmediklerine düşmandır" genel prensibine bağlıyorlardı.[170]
ÎBN TEYMİYE
VE VAHDET-İ VÜCÛDÇULUK
Vahdet-i Vücûd meselesine karşı çıkmada en önde giden ve bu meselenin, bu görüşün benimsenmesinden dolayı tasavvuf camiasında ve halk arasında ortaya çıkmaya başlayan manzarayı gözönüne alıp ana kaynak olan Kitap ve sünnet temeline dayalı olarak Vahdet-i Vücûdçuluk üzerinde tenkid, inceleme, gözden geçirme ve tahlil yapıp bu görüşün hatalarını açığa çıkaran kimseler arasında, Şeyhülislâm Hafız İbn Teymi-ye'nin adı hepsinden daha parlaktı ve daha çok göze çarpıyordu.
İbn Teymiye (H. 661-728), Muhiddin Arabi'nin vefatından (H. 638) 23 sene sonra doğmuştur. Şeyh-i Ek-ber Muhiddin Arabi'nin öldüğü şehir (Şam)'da, onun son istirahatgâhı ve defnedilme yeri şerefini kazanan yerde büyüdü. Eğitim öğretim gördü ve emsali görülmeyen ilmî ve fikrî üstünlüklere ulaştı.
Olgunlaşıp, çevresine tenkidçi bir bakışla bakabilme gücüne ulaştığı zaman Şeyh-i Ekber'in ölümü üzerinden henüz 40-45 seneden daha çok zaman geçmemişti. Mısır ve Suriye'nin fezası onun ilmî buluşlarının, eşine az rastlanır, görüşlerinin gürültüsüyle yankılanı-* yordu. İlim ve marifet meyhanesi onun tevhid tadıyla sarhoştu.
Mısır'da Şeyh Ebu'1-Feth Nasr el-Müncebâ, Muhiddin Arabi'nin aşırı bağlılarındandı. Devletin idaresini elinde tutan ve akına karasına hükmeden başvezir Rükneddin Baybars el-Câşengir ise Şeyh Nasr el-Mün-cebâ'nın hürmetkarı ve müridi idi.
Suriye'de ve pek çok Arap ülkesinde Muhiddin Arabi'nin kitapları, özellikle Fütühât-ı Mekkiyye ve Füsûs el-Hikem elden ele dolaşıyor, insanlar bunları okuyarak coşuyorlardı.
İmam İbn Teymiye'nin kendisi de, Fütühât-ı Mekkiyye, Künhül-Muhkem el-Merbût, ed-Dürret el-Fahira, Metali' en-Nücûm ve diğerlerinde çok güzel ilmî değerler ve incelikler bulunduğunu itiraf etmiştir.
Şeyh-i Ekber'in görüşünü taşıyanlar arasında İbn Seb'în, Şeyh'i Ekber'in doğrudan talebesi olan Sadred-din Konevî, Bilyânî ve Telmesânî özellikle ünleri ufukları tutmuş kimselerdi. İbn Teymiye bu topluluk içinde Şeyh-i Ekber'i onların hepsine tercih etmiştir.
Bundan da anlaşılıyor ki insaf, adalet ve gerçeği bulma arzusunu elden bırakmamıştır ve; "İnsanlar arasında bir hüküm ve karar vereceğiniz zaman insaf ve adaletle karar vermelisiniz." âyetine göre hareket etmiştir. O şöyle diyor:
"Bu kişiler arasında Muhiddin İbn Arabi, İslâm'a en yakın olandır. Onun sözleri pekçok yerde nisbeten daha iyidir. Çünkü o görüntü ile görünen (zahir ile mezâhir) arasında fark gözetmektedir. Emir ile yasağı ve dinî kanunlarla hükümleri'kendi yerlerine koymaktadır. Mürşidlerin ısrarla üzerinde durduğu ibadet ve ahlâkî davranışları benimsemeyi tavsiye etmektedir. Bu bakımdan pek çok âbid ve tarikat ehli onun sözleriyle tarikatta manevî mertebeler kazanmaktadır. Her ne kadar onun anlattığı gerçeği tam olarak anlamasalar da içlerinden bu gerçekleri anlayanlar ona uymaktadırlar. Onun sözlerinin hakiki mânası böylece onlara anlaşılır hale gelmektedir."[171]
İbn Teymiye, başka bir yerde, üstün derecedeki müslümana iyi zan besleme ve onun hakkında karar vermenin ince sorumluluğunu duyarak şöyle yazmaktadır:
"Onların son nefeslerinin hangi şey üzerine verildiğini ancak Allah bilir. Allah Teâlâ bütün müslümânla-rın erkeklerini, kadınlarını, ölüsünü, dirisini bağışlasın. .
Âyet:
"Rabbimiz; bizi bağışla, bizden önce imanla gidon kardeşlerimizi de bağışla. İman eden kimseler için kalplerimizde en ufak bir kin bırakma. Ey Rabbimiz; şüphesiz ki sen çok merhamet eden ve şefkatli olansın. "[172]
VAHDET-İ VÜCÛDÇULUĞUN AŞIRI SAVUNUCULARI
Fakat' bu görüşün özel karakterinden, zevkinden, yapısından dolayı, bunun genel propagandasından ve bu görüşü telkin ve anlatmada aşırı heyecandan coşkunluk gösterilerek hiç bir tedbir bulundurulmamasm-,dan dolayı din ilimlerinde büyük bir merkez olan Şam'da ve müslüman Türk soyundan gelen bir idarenin önemli bir merkezi olan Mısır'da bir tür fikrî ve ahlâkî kopukluk ve yozlaşma meydana gelmeye başladığı anlaşılmaktadır.
İnsanlar, şeriatın, aklın ve ahlâkın sınırını aşmaya başlamışlar ve İslâm toplumunda bir kriz (buhran) hali ortaya çıkmıştı. Bir hakîm (İslâm akıl ve mantıkçısı)in "Ağaç, kökünden değil meyvesinden tanınır" sözüne uygun olarak Vahdet-i Vücûd ağacının çıkarmaya başladığı yaprak ve meyva; bir İslâm şeriatçısı için, kıskanç bir âlim ve davetçi için endişe doğurucu ve tenkidi gerektiriciydi.
İbn Teymiye'nin naklettiğine göre, -o nakillerde genellikle çok tedbirlidir- bu marifet ilminde en önde olan Telmesânî, Vahdet-i Vücûd görüşüne sadece inanmakla kalmayıp onunla amel eden, ona göre yaşayan bir insandı. Şarap içerdi, haramları işlerdi. "Varlık bir tek olduğuna göre, haram helâl diye ayırım neden olsun?" derdi.
İbn Teymiye şöyle yazıyor:
"Güvenilir bir adamın bana anlattığına göre, kendisi Telme sânı'den Füsûs el-Hikem kitabını okuyor, onu evliyaullahm ve ariflerin sözleri zannediyordu. Füsûs'u okuyup içindekilerin Kur'an-ı Kerim'e açıkça aykırı olduğunu görünce, Telmesânî'ye; bu sözlerin Kur'an-ı Kerim'e aykırı olduğunu söyledi. Buna karşılık Telmesânî; Kur'an-ı Kerim'in tamamen şirkle dolu olduğunu, çünkü onun Allah ile kul arasında ayırım yaptığını, tevhidin (birleme) zaten ancak kendi sözlerinde var olduğunu söyledi. Şu da onun sözüdür: "Kesin ve açık şekilde akla aykırı olanın keşif yolu ile gerçek olduğu anlaşılmıştır."[173]
İbn Teynıiye daha fazlasını yazmaktadır:
"Telmesânî ve onun gibi düşünenler arasında olan bir adam bizzat bana şöyle anlattı:
Bir keresinde uyuz olmuş ölü bir köpeğin yanından geçiyorduk. Telmesânî'nin arkadaşları; bu da Allah'ın zâtı mıdır? diye sorduklarında; onun zâtından başka herhangi bir şey var mıdır, evet her ne varsa hepsi onun zâtının içindedir, diye cevap verdi."[174]
O diğer bir kitabı er-Red el-Akvem ala Füsûs el-Hikem inde şöyle yazmaktadır: '
"Bazı kişiler tarafından; varlık tek olduğuna göre/ kişiye karısı helâl de annesi neden haramdır? diye sorulunca o Vahdet-i Vücudçu görüşte olan şöyle cevap verdi: Bize göre hepsi birdir. Fakat o perdeliler (hakiki Vahdet-i Vücûdçuluğu tanımıyanlar) anne haramdır, dediler. Biz de; evet, siz perdelilere göre haramdır dedik.[175]
Bu rastgele söylenen sözlerin, haram tanımayıp herşeyi helâl görmenin ve azgınlık göstermenin sorumluluğu; son derece sünnete bağlı[176] ibadetine düşkün, haramlardan sakınan çilekeş, mücahedeci, nefsiyle şiddetli muhasebe yapan, şeytanın hilelerine ve nefsin oyunlarına tam olarak vakıf olan Şeyh-i Ekber Muhid-din Arabî gibi arif ve araştırmacı birine veya onun kitaplarına aittir denemez. Fakat ona ait öyle tuhaf ve insanı şaşırtan sözler var ki, bu sözler habbeyi kubbe yapmak isteyenlerin eline koz vermektedir. Meselâ şu sözler:
"Hz. Musa zamanında buzağıya tapanlar aslında Allah'ın kendisine tapınışlardı. Harun (a.s.)'a Musa (a.s.) tokat atmıştı. Bu onların buzağıya tapmalarına Harun (a.s.)'ın karşı çıkmasmdandı. (Çünkü varlık tek olduğuna göre bu gerçekte Allah'a tapmaktan ibaretti.) Onlara göre Musa (a.s.) herşeyde hakkı gören ve hakkı herşeyin aynı kabul eden ariflerden biriydi.
Onlara göre Firavun, "Ben sizin yüce rabbinizim" sözünde haklıydı. Hatta hakkın ta kendisiydi. Çünkü Firavun yaratılıştan gelen devlet makamına sahipti. Bu yüzden Firavun, yerinde olarak, "Ben sizin yüce rabbinizim" dedi.Herkes şöyle ya da böyle bir ölçüde Rab olduğuna göre ben onların hepsinden üstünüm, çünkü bana görünüşte sizi idare etme ve size hükmetme yetkisi verilmiştir.
Muhiddin Arabî diyor ki: "Firavun sözünde doğru olduğunu anlayınca sihirbazlar ona karşı çıkmadılar. Hatta onun sözünü kabul ederek dediler ki;
(Âyet):
"- Ne karar verirsen ver, şüphesiz ki sen bu dünya hayatı üzerinde karar verirsin." Bu bakımdan Fira-vun'un, "-Ben sizin en yüce rabbinizim" demesi yerinde idi."
Şeyh-i Ekber, Nuh (a.s.)'ı tenkid etmekte ve onun taşlara tapan kâfir kavimini desteklemekte ve yücelterek şöyle demektedir: "O putperestler aslında sadece Allah'a ibadet etmişlerdi. Nuh tufanı aslında ilâhî marifetin coşması ve marifet denizinin dalgalanma siydi ki, orada onların hepsi boğulmuştu."[177]
Bundan dolayı Şeyh-i Ekber'in üstün mertebesine inanan, onun değerli kimselerden olduğunu kabul eden öyle birtakım âlimler, arifler, tasavvufçular vardı ki, onlar kendi yakınlarım onun kitaplarını okumaktan şiddetle menetmişlerdir.
Şeyh Muhiddin Abdülkadir Ayderûsî, en-Nûr es-Sâftr kitabının yazarı, kendi şeyhi Allâme Buhrug'dan şöyle rivayet etmektedir: Benim mürşidim olan devrin şeyhi, Şeyh Ebu Bekir Ayderûsî dedi ki:
"Ben babam Şeyh Abdullah İbn Ebu Bekir Hadra-mî'nin bir kere olsun bana vurduğunu ya da azarladığını hatırlamıyorum. Bu bir kere başıma geldi. Sebebi de şuydu: Elimde Şeyh-i Ekber'inFütühât-ı Mekkiyye' sinden bir bölümü gördü. Çok şiddetle öfkelendi. Ben o günden itibaren o kitaplara el sürmedim. O derdi ki: Babam, Muhiddin Arabi'nin Fütuhat ve Füsûs kitaplarının ikisini de okumaktan şiddetle menederdi. Fakat bununla birlikte Şeyh-i Ekber'e hüsnüzan beslediğini de ısrarla söylerdi. Onun büyük velilerden ve üstün ariflerden olduğunu kabul etmemizi tavsiye ederdi."[178]
VAHDET-İ VÜCÛD İNANIŞI HİNDİSTAN'DA
8. Hicrî asırda bu düşünce Hindistan'a geldiğinde, Hindistan'ın kendisi zaten bu anlayışın en eski ve en heyecanlı inananı ve davetçisi olarak duruyordu. Bazı tasavvuf tarihçilerinin görüşüne göre; İran, Irak ve batıda (Batı İslâm dünyasında) ortaya çıkan İslâm tasavvuf çuları, varlığın bir olduğu (Vahdet-i Vücûdçuluk) dersini Hindistan'dan almışlardı. İslâm'ın gelişinden sonra da hiçbir kesintiye uğramadan bu ülke o görüş ve inancın bayraktarı, "Herşey odur" inancının sahibi idiler.
Âriyen nesillerin karakteri ve Hindistan dinlerinin ve felsefelerinin -ki bunlar Sami milletlerin ve peygamberlerin vatanında ortaya çıkan dinlerin tersine; belirliliklerden, bağlardan uzak ve Vahdet-i Vücûda, vahdet-i edyâna (dinler birliğine) binlerce seneden beri inanıp gelmektedirler- ilişki kurma, el atma hevesinden dolayı bu görüş daha derin, daha şatafatlı bir şekil aldı.
Vahdet-i Vücûdçuluk Hindistan'a gelince bu felsefenin karakteri yerli karakterle uyuşarak, el ele tutuşarak yeni bir coşku ve yeni bir düşünce ekolü meydana getirdi. Bu ülkenin tasavvufçuları, meşâyihi arasında bu görüşün çok sayıda destekçisi, sasvunucusu, davetçisi ve yayıcısı göze çarpmaktadır.
Bunlar arasında özellikle Çeştiye Sâbiriye tarikatının namlı şanlı şeyhi Gengûhlu Şâh Abdülkuddüs (Ö.H. 944), Cencâneli Şeyh Abdürrezzak (Ö. H. 949), Şekerci lakabıyla tanınan Delhili Şeyh Abdülaziz (Ö.H. 975), Burhanpûrlu Şeyh Muhammed b. Fadlullah (Ö.H. 1029) ve İlâhâbadlı Şeyh Muhibullah (Ö.H. 1058) vardı.
Bunlardan her biri kendi devirlerinin Muhiddin Arabi'si, kendi ülke ve şehirlerinin İbn Fârız'ı idiler. Bunların çoğu Müceddid-i Elfisâni Hazretlerinden çok az önce, ya da onun zamanına yakın veya bitişik zamanlarda ders ve irşad görevlerini yürütmüşlerdir.[179]
Şeyh Semnânî ve Vahdet-i Vücûdçuluk:
Yukarıda da söylendiği gibi Vahdet-i Vücûd görüşünü reddeden ve Şeyh-i Ekber'i tenkid edenler; daha çok zahir (dış) ilimler deryasının dalgıçları idiler ama, hakikat, marifet geçidini, riyâzat ve mücahede dünyasını, marifet ve hakikatleri bizzat yaşıyarak deneyen, tadan kimselerden değillerdi. Bu bakımdan o görüşün zevkine ulaşanlar, onların tenkidlerini, "Gerçeği göremediklerinden efsane yoluna saptılar" diyerek değersiz ve önemsiz kabul ettiler.
Bu görüşü özenle tenkid edip reddeden ilk araştırıcı, müslüman tasavvufçu ve arif kişi olan Şeyh Rük-neddin Ebu'l-Mekânı Alâüddevle Semnânî'dir.
Alâüddevle Semnânî (H. 659-736) Horasan'ın Semnân şehrinde zengin bir ailenin ve ünlü bir sülâlenin çocuğu olarak doğdu. Bu sülâlenin kişileri devlet idaresine ve vezirlik mevkilerine kadar yükselmişlerdi. Semnânî, Şeyh Nureddin Abdurrahman el-Kesrekî el-İsferâinî'den Kübrevî tarikatı üzerinde manevi istifade etti ve icazet aldı. Şeyh-i Ekber'in Vahdet-i Vücûd anlayışına karşı sürekli tartışmalar yaptı. Mektuplarında
da yer yer bunu anlattı. Ona göre tarikatta manevî makam elde etmeye çalışanların en son durağı "Tevhid" değil, aksine "Ubûdiyet=Kulluk"dur.
Onun sözlerini müridi Sîstanlı İkbâl b. Sâlik düzenli şekilde yazarak kitap haline getirmişti. Bunun çeşitli nüshaları, "Çehl Meclis" (=Kırk Oturum veya Kırk Sohbet) ya da "Şeyh Alâüddevle Semnânl'nin Sözleri" vs. adlarıyla kütüphanelerde bulunmaktadır.
Câmî'nin, Nefehât el-Üns' ünün (sh. 5Ö4-515) arasındaki bölümün çoğu da onun sözlerine yanmaktadır.[180]
VAHDET-İ ŞÜHÛD
Bizim bilgi ve araştırmalarımıza göre; öyle önemli ve ünlü iki kişi gelip geçmiştir ki, ancak onlar tarafından Vahdet-i Vticûd'a paralel olarak Vahdet-i Şühûd zikredilmiş ve bu konuya işaretler yapılmıştır. Bu iki kişi arasında ilgi ve alâka farklılığına, hatta zıt yollardan gitmelerine rağmen sadece iyi niyet, temiz duygu, ihlâs ve içtenlik birliği vardır. Hidâyet kapılarının açılmasına vesile olacağı Kur'an-ı Kerim'de, "Bizim yolumuzda gayret gösterenleri kesinlikle biz kendi yollarımıza yöneltiriz" ifadesiyle bildirilen gayret göstermedeki ortaktırlar.
O iki kişiden biri, aslında hadis, kelâm ve fıkıh bilgini olan Şeyhülislam Hafız İbn Teymiye; diğeri de aslında arif, araştırmacı, hakikat ve tasavvuf Önderi olan Mahdum el-Mülk Şeyh Şerefüddin Yahya Münyerî'dir.^
İlk anılanın (ibn Teymiye nin) el-Ubûdiyye kitabından açıkça anlaşıldığına göre; o, Vahdet-i Şühûd geçidini tanımakta ve müridlerin tarikatta manevî dereceler elde etmeleri sırasında bu makamla karşılaştıkları gerçeğini bilmektedir. Bu makam peygamberlerin ve onlara tam bağlı olan sahâbe-i kiram ve diğerlerinin marifetinden daha aşağıda, fakat Vahdet-i Vücûd makamından daha yüksektedir[181] Şu var ki, bu konu onun (İbn Teymiye'nin) asıl sahası olmadığından dolayı sadece işaret etmekle yetinmektedir.
Fakat, Biharlı Mahdum Münyerî (Ö.H. 782) bu meseleyi mektuplarında çok güzel bir üslupla dile getirmiştir. O; şahsî tecrübesi ve sahibi olduğu bu makamdaki görüşlerinin ışığı altında şöyle söylemektedir:
"Genellikle Vahdet-i Vücûdçuluk ve haktan başkasının kesin olarak yokluğu ve kesin hiçliği kabul edilen şey; aslında gerçek var olanın karşısında diğer varlıkların, güneşin ışığı karşısında yıldızların ışığının silinerek kaybolması gibi silinip gitmesi ve zerrelerin varlığının asılsız olması demektir."
O; iki cümle içinde bu gerçeği şu şekilde anlatmaktadır:
"Olmamak başka, görmemek başka." Bir şeyin yok olması, hiç olmaması başka şeydir; var olup da göze gözükmemesi başka şeydir. Ve şöyle buyurmaktadır: "Bu makam öyle nazik bir makamdır ki, orada pek çok iyi kimselerin ayağı kaymıştır. Allah'ın yardımı, muvaffakiyeti olmadan, yol gösteren rehber edinmeden hakikat caddesinde ayakta durmak zordur."[182]
Yeni Bir Yenileyici Kişiye İhtiyaç:
Fakat bu meselenin açıklığa kavuşması, bu konunun sakat görüşlerinden arındırılması ve kesin deliller ortaya konulması için, maneviyat âleminin dikenli vadilerinden ve yüksek makamlardan geçmiş bir kişiye ihtiyaç vardı. Bu kişi hakikat denizinin dalgıcı olmalıydı. Bizzat deneyerek ve uygulayarak dalgalı, coşkun denizi aşarak hakikat sahiline ulaşan bir yüzücü olmalıydı. O kişi bir şeyi bilmemeyi o şeyin olmadığına delil göstermemeli, aksine gözüyle gören bir şahid gibi, cesaretli ve ileri amaçlı bir yolcu gibi kendine tam bir güvenle Vahdet-i Vücûdla ilgili olan bir yerde, görürcesine
— Yıldızlardan öte başka bir dünya daha vardır, demelidir.
Vahdet-i Vücûd konusunda ona inananlarla reddedenlerin bugüne kadar üç ayrı görüşü olmuştur:
1) Vahdet-i Vücûdu tam ve olduğu gibi kabul eden ve onun açık bir gerçek olduğunu, tahkik ve marifetin son durağı olduğunu ileri süren görüş.
2) Vahdet-i Vücûdu tamamen ve olduğu gibi redd eden, onun evham ve hayal gücünün uydurması ve iç sezgilerden başka bir şeyin olmadığını söyleyen görüş.
3) Vahdet-i Vücûd paralelinde Vahdet-i Şühûd görüşü ve gerçekte tarikat erbabının gördüğü şeylerin gerçeğin ta kendisi olduğunu söyleyen görüş.
Bu; varlığın tek oluşu ve Vâcibül-Vücûd'dan maksadın, Allah'tan başka her var olanın aslında hiçliği ve yok oluşu demek değildir. Aksine olay şudur: Varlıklar kendi yerlerinde vardır ve varlığı sürmektedir. Fakat Vacibü'l-Vücüd olan Allah'ın asıl ve gerçek var olan varlığının nuru diğer varlıklar üzerine öyle bir perde çekmektedir ki, onlar yokmuş gibi görülmektedirler. Nasıl ki, güneşin doğmasından sonra onun ışığı karşısında yıldızlar silinip gittiklerinde; birisi, yıldızlar yoktur, deyince yalan söylememiş olursa; aynı şekilde gerçek ve asıl var olamn karşısında diğer varlıkların, sanki baştan beri onların varlığı diye bir şey yokmuşçasına gereksiz, asılsız görünmeleridir.[183]
ÎMAM-I RABBÂNÎ'NİN KATKISI VE YENİLEME BAŞARISI
İnıam-ı Rabbani bu üç görüşe karşı bir dördüncü görüş benimsedi; o da, Vahdet-i Vücûd'un, müridin manevî ilerleyişleri sırasında önün çıkan bir makam olduğudur. Gerçek ve mükemmel varlıktan başka hiçbir şeyin varlığının olmadığı, o müridin (sâlikin) gözüne açıkça serilir. Ne varsa hepsinin bir tek varlık olduğu, Ondan başka ne varsa hepsinin yansıma, değişik renklerde görünme veya Şeyh-i Ekber'in ve Vahdet-i Vücûd mertebesinde olan ariflerin ifadesiyle; "inişler" (madde âlemine inişler) olduğu görülür.
Fakat Allah'ın yardımı yetişip şeriat ışığı yol gösterirse ve sâlikin cesareti de üstün olursa, o zaman maneviyat âleminde mesafe kateden sâlikin önüne başka bir makam gelir. Bu ise Vahdet-i Şühûd makamıdır.
Böylece İmam-ı Rabbânî Hazretleri; asırlardan beri üstün kabiliyetli tarikat mensuplarının, ariflerin, en ince meseleleri kavrayan ilim ve hikmet bilginlerinin, marifet denizine dalan dalgıçların görüşü olan Vahdet-i Vücûdçuluğu reddetmeden, onun en büyük bayraktarı, açıklayıcısı Muhiddin Arabi'nin üstün değerini inkâr etmeden -ki onun ilmini, hassas konulan tanımasını ve manevî yüceliklerini, sırlarım inkâr etmek aşırılıktır, büyüklük taslamadır- onu Allah katında değerli bir kul kabul edip ihlâs ve samimiyetini yok saymadı.
Hatta onu üstün vasıflarla ve güzel sözlerle överek, bir katkı yaptığım belirtmiştir. Bu katkısıyla onun faydalı olacak bir keşifte bulunduğunu; bir taraftan genel müslümanların inancına, Kitaba, sünnete ve hak olan şeriata uygun olduğunu; diğer taraftan geniş bir zümrenin görüş ve bilgilerini geçersiz kılacak bir çizgi çekerek fikrî bir gerileme yerine; Şer'î naslara, dinin esaslarına; ruh ve ufkun en son buluşlarına ve görüşlerine uygun düşen bir şey kattığını bildirmiştir. [184]
Kişisel Tecrübe ve Müşahadeleri:
Bu girişten sonra, İmam-ı Rabbânî'nin üstün değerdeki, daha açık ve kolay anlaşılır mektuplarından birkaç alıntıyı okuyunuz. Kendi manevî ilerleyişini ve Vahdet-i Vücûd anlayışından yükselerek nasıl Vahdet-i Şühûd derecesine ulaştığını, kendine bağlı olanlardan biri olan Şeyh Sofî'ye yazdığı mektupta şöyle anlatmaktadır:
"Muhterem efendim; küçük yaştan beri bu fakirin kanaat ve inanışı Vahdet-i Vücûdçularm meşrebine uygundu. Fakirin pederi merhum da dış görünüş itibarıyla bu meşrepte idiler ve sadece bu yolda hareket ederlerdi... "Fıkıh âliminin oğlu yarım fıkıh âlimi olur." hükmüne göre fakir de bu münasebetten dolayı Vahdet-i Vücûdçuluğu bilme açısından çok talihliydi. Bu konudan da çok zevk alıyordu. Nihayet Allah Teâlâ Hazretleri; kendi lütuf ve keremiyle, irşad ocağı olan, hakikat ve marifetleri tanıyan, din yolundan ayrılmayan, gerçek olgun şeyh olup Allah yolunu gösteren Mu-hammed el-Bâkî -kuddise sirruhü- Hazretlerinin huzuruna ulaştırdı. O büyük zât bu fakire Yüce Nakşibendî tarikatını öğretti ve onun ahvaline kesin bir şekilde teveccüh buyurdu.
Bu üstün tarikatta gayret gösterip yetiştikten sonra, kısa bir süre içinde bu fakir tarafından Vahdet-i Vücûdçuluğun gerçek durumu anlaşıldı. Hatta bu anlayışta bir tür aşırılık meydana geldi; bu makamın bilgi ve marifetleri tamamiyle beni kaplamış oldu. Bu mertebenin bize açılmayan, gözlerimiz önüne serilmeyen inceliklerinden belki de pek az bir şey kalmış olabilir.
Şeyh Muhiddin Arabi'nin nazik ve ince bilgileri olması gerektiği gibi karşımıza çıktı. Füsûs kitabının sahibinin anlattığı, zâtı tecelli ile ve kendisine nasip olan son makama yükselişle de şereflendirildik. Ki, o bu makam hakkında: "Bundan sonra ancak kesin yokluk vardır" demiştir. Muhiddin Arabi'nin, velilerin sonuncusuna özgü kabul ettiği bu tecellinin ilim ve marifetlerini bütün genişliği ile öğrendik. Bu tevhid anlayışında sarhoşluk ve cezbe hali o dereceye ulaştı ki, Hâce Hazretlerine yazdığımız bazı maruzatlarımızdaki gibi cezbe ve sarhoşluk şiirleri yazdık.
Bu hal uzun süre devam etti. Aylar, derken seneler geçti. Fırsat ve sırası geldi de ansızın Hak Teâlâ Hazretlerinin sonsuz lütfü kapıyı aralayıp yüzünü gösterdi. Görüntü âlemine gelerek, "Ona benzer hiçbir şey yoktur." emrine uygun olarak nasılsız, nicesiz olarak yüzüne çekilmiş perdeyi kaldırdı da herşeyin bir tek olduğunu ileri süren Vahdet-i Vücûdçuların anlattıkları ve bildirdikleri silinip gitti. O makamda gözler önüne serilen kuşatma, birleşme ve zatî yakınlıkla beraberlik (gibi Vahdet-i Vücûd görüşlerine ait haller) gizlenip kayboldu. En güçlü ve en keskin bir şekilde anladık ki, şanı yüce olan yaratıcının bu âlemle, o birlik ve bağlantılar açısından hiçbir birlik ve bağlantısı- yoktur. O'nun kuşatması ve (eşyaya) yakınlığı, onları bilmesi açısındandır.. Hak erbabının (Allah onların gayretlerini mükâfatlandırsın) inandığı gibi o yüce varlık hiçbir şeyle birleşik değildir. O nicesiz ve nasılsızdır. Bütün âlem, baştan başa "nasılsız olan nasıllı olanın aynısı ve benzeridir diye nasıl söylenebilir" kusuruyla kusurludur. Varlığı mutlak gerçek olan, varlığı mümkün olanla aynıdır diye nasıl denilebilir? Kadîm olan (başlangıcı olmayan)'ın sonradan olanla aynı olması hiçbir zaman olamaz. Yok olması mümkün olmayanla yok olması caiz olan aynı şey olamaz. Gerçeklerin değişmesi akıl açısından da, şeriat açısından da imkânsızdır. Birini diğerinin yerinde saymak da temel prensipler açısından doğru olamaz.
Ne tuhaf şeydir ki, Şeyh Muhiddin Arabî ve ona bağlı olanlar, Allah Teâlâ'nın zâtına mutlak meçhul (kesin gizli olan) demekte, O'nu hiçbir hükümle kendisine hükmedilen kabul etmemektedirler. Sonra da buna rağmen yüce varlığın kuşatmasını yakınlık ve zatî beraberliğin olduğunu (eşya ile birleştiğini) ileri sürmektedirler.
Bu konuda en doğrusu, ehl-i sünnet âlimlerinin dedikleri şu sözdür: "Bu mesele bilgi bakımından yakınlık ve bilgi bakımından kuşatmadır."
Vahdet-i Vücûd görüş ve meşrebine aykırı bu bilgileri ve marifetleri elde etme sırasında, daha önce bu Vahdet-i Vücûddan üstün başka bir şey olabileceğini kabul etmediğinden dolayı bu fakirin üzerinden ağır bir sıkıntı devresi geçti. O büyük bir dua ve niyazla gözyaşları ve yalvarmalarla bu marifetin yok olmasını istiyordu.
Nihayet bu hakikatin üzerine örtülmüş olan bütün perdeler kalktı ve işin aslı gözler önüne serildi de anlaşıldı ki, her ne kadar kâinat Allah Teâlâ'nın kemal sıfatlarının bir aynası gibi ise de, (aynaya akseden) gö-!i rüntü, (görüntünün sahibi olan) ortada görünen varlı-U ğın aynısı değildir. Gölge ve görüntü, Vahdet-i Vücûd-? çuluğa inananların kabul ettiği gibi, onları aksettiren*"; asıl varlığın kendisi olamaz. ; :
Bu meseleyi bir örnekle açıklayalım: -
Meselâ, bütün ilimleri ve fenleri bilen bir âlim bir-gün bütün maharet ve yeteneklerini insanların gözleri önüne sererek gizli kabiliyetlerini, insanların bilmediği ° üstün meziyetlerini göstermek istese de bunun için harfler ve sesler aynasında maharetleri görülsün diye? harfler ye sesleri (sözleri) ortaya koysa, böyle bir durumda onun meziyet ve maharetleri görüldüğü (aksettiği) aynaya, o âlimin meziyetlerinin kendisi veya meziyetlerini kuşatan (kendi içine alan), veya o maharetler onun yanında denebilir mi? Yahutta o maharetlerin, o meziyetlerin tâ kendisi denebilir mi? Aksine onların aralarındaki ilişki ancak delâlet edenle edilen "arasındaki ilişki kadar olabilir. Harfler ve sesler (kelimeler ve sözler) o meziyetlere bir delil olmaktan öte(î: birşey olamaz. Ortaya çıkan ilgi ve ilişki de tahminî ve .;*. hayalîdir. Aslında o ilişkiler (aynılık, birleşik olma, çepeçevre kuşatma, kendisi ile birlikte bulunma)den hiçbiri bulunmamaktadır. Fakat o meziyetlerle o harf ve sesler arasında görülen ve ortada bizzat bulunan,' delâlet eden ve delâlet edilen ilişkisinin olduğu kesindir. Bu bakımdan bazı kimseler bazı sebeplerden ötürü ^ bu hayalî ve vehmî ilişkilerin varlığını ileri sürmektedirler. Ama işin kendisinde o meziyetler bütün ilişki- §v lerden sıyrılmış ve uzaktır. Hak ile halk arasında da i. bu delâlet etme ile delâlet edilme ve açıkça ortada göz- ;t. le görülme, görüntülenmeden başka hiçbir .bilgi ve ilişlnki yoktur.
Bazı kimselerin Vahdet-i Vücûd anlayışı üzerinde çok fazla düşünceye dalmaları, bu hayalî karara varmalarına sebep olmaktadır. Bu fazla düşüncelerin, iç âlemde kendi kendine tahayyül etmelerin ortaya çıkardığı hüküm ve şekiller hayal gücünde bir şekil olarak yerleşmektedir.
Başka bir takım insanlar Vahdet-i Vücûd hakkındaki malumatları tekrar tekrar düşünmek suretiyle o görüşe ait kanaat ve kararlardan zevk almaktalar. Bazı kimselerin de bu görüşe eğilim göstermesinin sebebi (Vahdet-i Vücûd görüşünü benimsemesinin sebebi), muhabbetinin çok fazla olmasıdır.Çünkü sevgiliye duyulan sevginin fazlalığından dolayı sevgiliden başka her ne varsa sevenin gözünden kaybolur, sevgiliden başka hiçbir şey görmez olur. Olay, işin aslında sevgiliden başka hiçbir şeyin varlığının olmadığı değildir. Çünkü böyle bir şey akla da, duyularla algılamalara da, şeriata da aykırıdır. İşte bu aşırı sevgi bazan insanı; çepeçevre kuşatma, var olanın kendisini içine aldığına, eşyanın içine diğer varlığın girerek birleştiği kanaatine, böyle bir karar vermeye itmektedir. Vahdet-i Vücûd inanışının bu çeşidi önceki iki çeşitten daha üstündür. Her ne kadar işin bizzat kendine ve akla uygun düşmüyorsa da, takva dairesi içine girmektedir. Şeriatla ve işin bizzat kendisi ile onu uygun düşürmeye çalışmak, boş yere uğraşmaktan başka bir şey değil-dir.Bu bölümdeki amaç içtihat hatası (görüş ve anlayış hatası) hükmü taşıyan keşif hatasıdır. Çünkü tenkid-ve kötüleme kalkar gider. Hatta bir bakıma hal ve cezbe fazlalığı olması bakımından bu tasvib de edilebilir.[185]
Tevhid-i Şühûdî:
Şeyh Ferid Buharî'ye yazdığı bir diğer mektupta şöyle demektedir:
"Manevî gelişme halinde iken tasavvufçularm elde ettikleri Vahdet-i Vücûdçuluğun iki çeşidi vardır: Şü-r hûdî Vahdet ve Vücûdî Vahdet. Şühûdî- Vahdet: Bir görmenin adıdır. Yani müridin gördüğünün birden başka olmamasıdır. Vücûdî Vahdet ise, biri var kabul et-v menin ve ondan başkasını yok bilmenin adıdır."
Biraz daha ileride şöyle demektedir:
"Meselâ bir insan güneşin varlığını kesin olarak ı görmüştür de onun varlığına kesin bilgi sahibi olmuştur. Onun bu kesin bilgisi o anda yıldızların yok olduğunu kabul etmesini gerektirmez, ama o güneşi gördüğü zaman yıldızları göremezse onun gördüğü, güneşten başka bir şey olmayacaktır. Yıldızları görmediği zaman * bile yıldızların yok olmadığını bilecek, hatta o yıldızlann var olduklarını ama gizlendiklerini ve güneşin ışığının fazlalığına yenildiklerini bilecektir. (İşte bu Şühûdî Vahdettir)."
Biraz sonra da şöyle yazar:
"Mürşidimiz Hâce Bâkîbillah Hazretleri bir süreye kadar Vahdet-i Vücûd meşrebi taşımışlardır. Mektuplarında ve risalelerinde bunu da açıklamışlardır. Fakat sonunda Allah'ın büyük lütfü onu bu makamdan yükselterek öyle bir ana caddeye getirdi ki, bununla o marifetin darlığından (sıkıntısından) kurtuluş nasip oldu."[186]
Bir mektubunda Şeyh-i Ekber'in ve ona bağlı olanların görüşünü anlatırken de şöyle yazmaktadır:
"Onlar Vahdet-i Vücûdçuluğa inanmaktadırlar. Dı-şarda sadece bir tek varlığın olduğunu düşünmektedirler. O da Hakkın zât'ı (kendisi)dir. Kâinatın dışarda kesinlikle hiçbir varlığı yoktur, demekteler. Şüphesiz ki onlar bunun ilmî olarak isbatma inanmakta ve şöyle demektedirler: "Hakkın zâtının dışında olan şeyler, var olmanın kokusunu bile almamışlardır."
Onlar, kâinatın Allah'ın gölgesi olduğuna inanmak-talar. Fakat onlara göre bu gölge varlık sadece duygu derecesindedir, gerçekte ve dışarda kesin olarak yoktur."[187]
Aynı mektupta kendisinin Vahdet-i Vücûd görüşünden sıyrılıp yükselişinin hikâyesini anlatarak şöyle demektedir:
"Bu satırların yazarı (olan ben) önceleri Vahdet-i Vücûd inancı taşırdı. Küçüklüğünden beri o, Vahdet-i Vücûd hakkında bilgi sahibiydi. Her ne kadar o sıralarda manevî hal sahibi değil idiyse de bu konuda gönlünde ona karşı kesin bir inanç taşıyordu. O, maneviyat âlemine adım attığında ilk önce Vahdet-i Vücûd yolu önüne açıldı ve uzun süre bu makamın derece ve kademelerinde dolaştı. O makama uygun olan pekçok bilgiyi elde etti. Vahdet-i Vücûd erbabının üzerine inen zorluklar, haller bu manevî açılışların ve bilgilerin akımı ile çözüldü.
Bir süre sonra bu fakire başka bir bağlantı (ilişki) hâkim oldu. O bağlantı hâkimiyeti sırasında Vahdet-i Vücûd hakkında ona bir duruş geldi. Fakat bu duruş (Vahdet-i Vücûda) hüsnüzan halinde olup onu inkâr şeklinde değildi. Bir süre o duruş halinde kaldı. Sonunda mesele (Vahdet-i Vücûdu) reddetme noktasına ulaştı. Vahdet-i Vücûd derecesinin daha aşağı derece olduğu ona gösterildi de ondan daha üstün olan gölgelik makamına ulaştı.
Bu reddetme meselesinde fakirin iradesi yoktu. Namlı şanlı şeyhlerin bile üzerine çadırlarım kurdukları bu Vahdet-i Vücûd makamından dışarı çıkmayı istemiyordu ama, o gölgelik makamına ulaşınca kendini ve kâinatı gölge gördü. O zaman kendisinin bu makamdan ayrılmamasını arzu etti. Çünkü bu yüceliği ancak Vahdet-i Vücûdda zannediyordu. Genel yapısıyla bu makam da onunla ilgiliydi, ama takdir-i ilâhî sonöuz bir lütuf ve yoksulu koruma keremiyle onu bu makamdan da alarak yukarı götürdü ve kulluk makamına ulaştırdı. O zaman bu makamın yüceliği gözler önüne serildi ve açıkça belirginleşti de o geçmiş makamlardan tevbe ve istiğfar etmeye başladı. Eğer bu âcizi o yola kadar götürmeyip de bir makamın, diğer makam üzerine üstünlüğünü göstermeseydi o zaman o bu makamı kendisine bir düşüş sayardı. Çünkü ona göre Vahdet-i Vücûddan daha üstün bir makam yoktu. Âyet: "Allah doğruyu söyler ve yol gösterir," (Ahzâb, 33/4)."[188]
Muhiddin Arabî Hakkında Adaletli Tutumu:
Bu farklı görüşe rağmen Şeyh-i Ekber hakkında kendi tutumunu anlatırken şöyle yazıyor:
"Bu fakir, Şeyh Muhiddin Arabi'yi Allah katında değerli kimselerden kabul eder. Fakat onun (halkın ) inançlarına ve Kitab ile sünnetin görünen şekline aykırı düşen) görüşlerini yanlış ve zararlı kabul eder... İnsanlar onun hakkında ifrat ve tefrit yolunu seçti de orta yoldan uzak kaldılar. Bir grup insan Şeyhe dil uzatarak kötüledi. Onun marifet ve hak olarak gösterdiklerini yanlış gösterdi.
Başka bir grup da Şeyhi eksiksiz kabul ederek, ona tam uyarak onun bütün marifet ve hak gösterdiklerini başları üstüne koydular. Delillerle, isbatlarla onların doğru olduğunu anlattılar.
İki grubun da ifrat ve tefrit yolunu seçtiklerinde ve normal yoldan uzaklaştıklarında şüphe yoktur...
Ne tuhaftır ki Muhiddin Arabî Hak yolunda değerli kimselerden olduğu gözükmesine rağmen onun pekçok marifet ve hak yolda olanlara ters düşen görüşleri yanlış ve hatalı gözükmektedir."[189]
Bir yerde de kendisi ile Vahdet-i Vücûdu reddeden ve ona karşı koyanlar arasındaki farkı açıklarken şöyle yazmaktadır:
"Bu fakirin Vahdet-i Vücûda inananlarla ihtilafı, keşif ve şühûd yoluyladır. Âlimler bu meselenin (Vahdet-i Vücûdun ve Allah'tan başkasının var oluşunun kesinlikle reddedilmesinin) yanlışlığına inanmaktadır. O makamı aşıp geçmek şartı ile Vahdet-i Vücûdun o sözlerinin ve hallerinin güzelliğinde bu fakire göre bir çelişki ve problem yoktur.'[190]
Varlık Âleminde Bîr Tek Varlık Olduğu Görüşüne Karşı Çıkma Gereği:
Burada şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Vahdet-i Vücûdçuluk; manevî yaşayışın ve ilerleyişin bir durağı, tarikat erbabının büyük bir topluluğunun her zaman ulaştığı ve aşılması gerekli bir merhale olduğuna, o kalabalıktan büyük bir zümrenin o merhaleye varınca durduğuna ve ilâhî bir yardım gelip de birini o merhaleden ileriye götürerek Tevhid-i Şühûdî makamına ulaştırdığına göre Vahdet-i Vücûdda ne kusur vardır? İmam-ı Rabbânî Hazretleri neden bu kadar şiddetle ona karşı çıkmaktadır ve ona karşılık bütün gücüyle tevhid-i şühûdîyi isbat üzerinde ve bunun kabul edilmesi uğrunda kalem oynatmaktadır?
Bunun cevabı şudur: Vahdet-i Vücûda inananlar, onu etrafa yayarak propagandasını yapanlar arasında İmam-ı Rabbânî Hazretleri'nin devrinde bile kendilerini şeriat bağlarından, farzlardan ve İslâm gereklerinden sıyrılmış kabul eden kalabalık sayıda bir zümre meydana gelmişti. Bunlar; her şey hak tarafmdandır. Hatta herşey haktır, o halde artık hak ile bâtıl ayrımına ve küfürle imanı ayrı görmeye ne gerek vardır? diye düşünerek[191] şeriatı ve ona göre amel etmeyi halk seviyesinde bir şey kabul etmişlerdi. Onlara göre asıl amaç (Vahdet-i Vücûd derecesi), bu şeriata göre amel etme derecesinden daha yüksek bir makam ve manevî yolda kemale erenlerin ve ilâhî huzura erenlerin elde ettikleri, şeriattan daha üstün bir dereceydi.
îmam-ı Rabbânî'nin düşünce ve maneviyat açısından ilerleyip yükseldiği bir devir olan H. 10. Asırda Vahdet-i Vücûd rengi Hindistan'ı öyle kaplamıştı ki, arifane zevk ve meşrebte olan şairlerin hepsi bu türküyü söylüyordu. Küfürle imanı eşit kabul ediyorlar, hatta bazı kereler küfrü imandan üstün tutma çizgisine giriyorlardı. O devirde böyle pek çok şiir herkesin dilin-deydi. Bunlarda açıkça şu ifade anlatılmak isteniyordu. Mesela:
"Küfürle iman; birbirinin arkadaşı, benzeridir. Her kimin küfrü yoksa imanı da yoktur."
Sonra bunu açıklar mahiyette bir kitapta şöyle yazılmıştır:
"Öyleyse bundan şu mâna çıkar: İslâm küfrün için-dedir.Küfür de İslâm'ın içindedir. Yani âyet: (Geceyi gündüz içine sokarsın. Gündüzü de gece içine sokarsın.) ilahî buyruğunda geceden maksat küfürdür, gündüzden maksat İslâm'dır."[192] Diğer bir yerde şu şiir nakledilmektedir:
"Aşk, kâfirlikle kendini bulmuştu, Kâfirlik dervişliğin ta kendisindedir."
Biraz ileride de şöyle demektedir:
"İlim büyük bir perde haline gelmiştir. Bu ilimden maksat en büyük perde olan kulluktur. Bu büyük perde eğer ortadan kalkarsa küfür İslama, İslâm da küfre katılır, Allah ile kulluk sının ortadan kalkar."[193]
Allah Teâlâ'nın dinî gayreti ve Fârukluk hassaslığını bol bol lütfettiği ve kendisi hakkında şu meşhur hadisin önceden haber vermesinin tecelli edişinin mukadder olduğu, ki hadiste şöyle buyrulmuştur:
"Her nesilde bu ilmin öyle adaletli, takvâlı, varisleri ve taşıyıcıları olacaktır ki, onlar bu dini aşırı kimselerin bozmasından, bâtıl kimselerin yanlış bağlılık ve iddialarından, cahillerin amaçdan uzak yorumlarından koruyacaklardır."
İşte bu özellik, İmam-ı Rabbani için, o devirde ve Özellikle Hindistan'da büyük coşkunluğu, yaygınlığı ve kesin ölçüleri ile bu inanç ve daveti tebliğ edip yayma konusunda ilmî ve dinî bakımdan sorguya çekmeye sebep oldu. İmam-ı Rabbânî Hazretleri bu inanç ve davetin etkisiyle şeriatın insan ruhu üzerindeki hâkimiyetinin gevşediğini, orta saygı ile bakışların azaldığını görüyordu. İmam-ı Rabbânî bizzat kendi mektubunda şöyle yazıyor:
"Pekçok zamane insanları, bazısı taklitten dolayı bazısı sadece kendi bilgi gücünden dolayı, bazısı içine zevk ve meşreb katılan bilgiden dolayı, bir kısmı da dinden sapma ve zındıklıktan dolayı bu Vahdet-i Vücûd inanışının eteğine yapışmışlar ve herşeyi Hak-dan bilnıekteler, hatta Hakkın kendisi görmekteler. Onlar, bir oyun ve düzenle şeriatın yüklediği sorumlu--luk tasmasından boyunlarını kurtarmaktalar. Şer'î hükümler konusunda tembellik ve yağcılıkla hareket etmekteler. Bu hareketlerinde de çok neşeli ve içleri rahat gözükmektedirler. Bu kimseler şeriatın emirlerine göre amel etmenin gerekli olduğunu itiraf etseler de bunu îmâlı ve dolaylı yapmaktalar, ana amacın şeriatın ötesinde olduğunu s öylem ekt eler.' Hâşâ ve kellâ sonra yine hâşâ ve kellâ, böyle bozuk inançlardan Allah Teâlâ'ya sığınırız."[194]
Yine bu mektubun diğer bir yerinde şöyle yazıyor: "Bu devirde o zümreden kendini sofi kılığında gösteren pek çok insan Vahdet-i Vücûd inanışını herkese ilan etmeye başlamışlardır. Onun dışında hiçbir şeyi manevî ilerleme kabul etmemektedirler. İlim aracılığı ile hakikatten uzak kalmışlardır. Şeyhlerinin sözlerini kendi kafalarının ürettiği konular seviyesine indirmişler ve o sözleri kendilerine rehber edinmişler ve bu hayallerle sönük giden pazarlarını hareketlendirmişlerdir.[195]
İMAM-I RABBÂNÎ'NİN SEÇKİNLİĞİ VE TEK OLUŞU
İmam-ı Rabbânî'nin yenileme başarısı; sadece onun herkes tarafından beğenilen ve devrin geçerli akçesi olan Vahdet-i Vücûd görüşünün (tam ayar akçe) olmadığını ve manevî yolculuğun, marifetin son durağı olmadığım isbat etmesi değildir.
Aksine onun bu konuda tek ve seçkin bir kişi oluşunun sırrı, onun bu Vahdet-i Vücûd üzerinde şahsî tecrübesinin ve müşahedesinin ışığı altında tenkid yapması ve bu deryada kulaç atarak derinliklerine ulaşıp yukarı çıkması ve Allah'ın desteği ile marifet ve bilgi kayığım istediği sahile ulaştırmasıdır. Bu konuda onun bir benzerini bir yoldaşını bulmak zordur. Batılı yazar Peter Hardy, bu konuda senet derecesinde olmamakla birlikte, şüphesiz şunu doğru yazmıştır:
"Şeyh Ahmed Serhendî'nin en büyük başarısı, onun Hind müslümanlığını, tasavvufçuluğun aşırılığından bizzat yine tasavvuf yolu ile kurtarmış olmasıdır. Belki de bunun sebebi onun, reddettiği bu tasavvuf nazariyesinin ne demek olduğunu, ne demek istediğini, değerini ve kıymetini şahsî olarak derinden tanımasiydi.[196]
İmam-ı Rabbânî'den Sonra Vahdet-i Vücûdçuluğa Karşı Tutum:
Bu konuyu bitirmeden önce tarafsız bir tarihçi olarak şu gerçeği açıklamanın da gerekli olduğuna inanıyorum: İmam-ı Rabbânî'den sonra -Hâce Muhammed Masum vasıtasıyla Hindistan'da ve Hindistan dışında yayılan onun bu özel tarikatını bir tarafa bırakırsak-Vahdet-i Vücûd konusunda o açık, kesin ve kafi sonuç veren kanaat ve İmam-ı Rabbânî'nin bayrağını yükselttiği, deneyip görerek ortaya koyduğu ve davetini yaptığı Vahdet-i Şühûd üzerindeki kesin kanaat ve düşünce devam etmedi. Onun ahirete göçüşünden hemen sonra tasavvuf ve marifet topluluklarında ve kendilerini îmam-ı Rabbâniye bağlı sayan bazı topluluklarda Vahdet-i Vücûd ile Vahdet-i Şühûd görüşü arasında uyuşma ve anlaşma eğilimleri görülmeye başladı. Bazı yüksek seviyeli âlimler, araştırıcılar, "îmam-ı Rabbânî'nin bu ihtilâfı ancak söz ve kelimelere dayalı bir anlaşmazlıktı." diye yazacak kadar ileri gittiler. Bazıları da bu konuda "İmam-ı Rabbânî yanılmış ve Şeyh-i Ekber'in bütün eserlerini gözden geçirmemiştir" diye yazacak kadar gerçeği saptırmışlardı.
İşte bundan dolayıdır ki, Müceddidiye tarikatının ünlü şeyhi Mirza Mazharı Cân-ı Cânân Hazretlerinin işaretiyle seçkin müridi Mevlânâ Gulam Yahya Bihârî (Ö.H. 1180), Kelimetü'l-Hak adıyla bir kitap yazmış ve bu kitapta Müceddid İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin görüş ve anlayışım, tutum ve kavrayışını açık bir üslupla anlatmış ve bizzat Müceddidiyye tarikatının bazı toplulukları arasında gözükmeye başlayan bu eğilimi reddetmiştir.
İmam-ı Rabbânî'nin izinde olup bu yüce tarikatta
Müceddid îmam-ı Rabbânî'den sonra eğer herhangi bir tarikat şeyhinde, arif ve araştırıcı, katışıksız ve açık bir Vahdet-i Şühûd nazariyesi ve telkini görülüyorsa ve bu konuda îmam-ı Rabbaninin izi üzerinde yürüdüğü göze çarpıyorsa işte o kişi, Müceddidiye Ahseniye tarikatının meşhur şeyhi olan ve Allah yoluna çağıran, Allah yolunda cihad eden Raybereleli Seyyid Ahmed Şe-hid Hazretleridir, (Şehadeti, H. 1246). Onda Vahdet-i Vücûdun hiçbir gölgesi, değişik yorumlaması ve herhangi bir özür belirtme görüntüsü göze ilişmemektedir.[197]
YEDİNCİ BÖLÜM EKBERDEN CİHANGİRE KADAR
EKBER DÖNEMİNİN CESUR ÂLİMLERİ
İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin, devletin yönünü değiştiren muhteşem gayret ve çalışmalarını anlatmadan Önce şu gerçeği açıklamayı gerekli görüyorum. Ekber dönemi hakkında; o devirde Hindistan'da bir baştan bir başa sessizlik olduğunu, Ekber'e ve onun hareket tarzına karşı hiçbir kimsenin karşı çıkmadığını ve; "Sizden kim şeriata aykırı bir şey ya da hoşa gitmeyen bir hareket görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmiyorsa dili (sözleri) ile değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa hiç olmazsa kalbiyle ondan nefret etsin. İşte bu imanın en zayıf derecesidir." hadisindeki ikinci ve üçüncü dereceye göre bile hiç kimsenin amel etmediğini düşünmek doğru değildir.
Ekber döneminin şu vereceğimiz listedeki üstün kişileri hakkında tarih ve tercüme-i ahval kitaplarında, bu kişilerin kendi güçleri ve yetenekleri çizgisinde mevcut duruma öfkelerini ve islâmî hassasiyetlerini gösterdiklerini bildiren deliller bulunmaktadır:
Ekberâbâdh hadis âlimi Şeyh İbrahim (Ö.H. 1001) bir keresinde Ekber'in daveti üzerine onun ibadethanesine gelmiş ve Padişah için yapılan şeriata uymayan protokol ve saygı merasimini yerine getirmemişti. Konuşmasında da iyi şeylerin yapılmasına teşvik ederek dine uymayan yanlış şeyleri yapmaktan korkutma metoduyla hareket etmiş; hükümdarın haşmetinden zerrece korkmamıştı.
H. 1009'dan sonra vefat eden Ecmirli Şeyh Hüseyin, Sultan Ekber'in Ecmir'e gelmesini protesto etmek için orayı terkedip gitmişti. Ekber onu, tekke ve dergâhların mütevellîliğinden azletmiş ve Hicaz'a çekip gitmesini emretmişti. Daha sonra Hindistan'a geri dönüşünde de yine saygı secdesini yapmadı. Padişah öfkelendi ve onu Bikker kalesine hapsetti. Birkaç sene orada hapis kaldı. Serbest bırakıldıktan sonra yine Ekber'in devlet merasiminden uzak durdu ve Sultanın ikramlarını kabul etmeyerek reddetti.
Tâniserli Şeyh Sultan, Padişahın yakmlarmdandı ve Padişahın emriyle Mahabeharat' ı (Hindularm önemli bir kitabı) Farsçaya tercüme etmişti. İnek kesme suçuyla Padişah tarafından suçlandı ve Bikker'e sürgüne gönderildi. Sonra Hanlar Hanı Abdürrahim'in araya girmesi üzerine Tâniser'de oturmasına izin verilerek vergi toplama göreviyle görevlendirildi. Bir süre sonra onun İslâm prensiplerine göre hareket ettiğine âit şikâyetler Padişaha ulaşınca ölüm cezası verdi. Bu olay H. 1007 senesi olayıdır.
Bu çizgide en cesurca ve yiğitçe hareketi Şahbaz Hân Kenbuh (Ö.H. 1008) yapmıştır. Kendisi Ekber'in en üst kademedeki devlet adamlarındandı. Son olarak Sayıştay başkanlığı mevkiine getirilmişti. Padişahın karşısında doğruyu söylemekten hiçbir zaman geri durmamış, sakalını kestirmemiş, içkiye yaklaşmamış, Padişah Ekber'in uydurduğu İlâhî dine de en ufak bir değer vermemiştir.
Meâsir el-Ümerâ' nın yazarı Şâh Nevâz Hân'ın anlattığına göre; bir gün Padişah ikindi akşam arası Fe-tihpûrsikhri'de bir göl kenarında geziniyordu. Şahbaz Hân da oradaydı. Padişah onun elinden tutmuş olarak yürüyor, onunla konuşuyordu. Görenler; artık Şahbaz Hân Padişah'm elinden elini kurtaramaz ve bugün onun akşam namazı mutlaka kazaya kalır, diye düşünmüşlerdi. Şahbaz Hân'ın da bir âdeti vardı, ikindiden sonra akşama kadar kimseyle görüşmez, konuşmazdı. Güneşin batmakta olduğunu görünce Padişahtan namaz için izin istedi. Padişah da sözü eğip bükmeden, "Beni yalnız bırakma, namazı kaza edersin" dedi. Şahbaz Hân elini çekti, bezini yere sererek namaza durdu. Namazı bitirdikten sonra hergün sürekli yaptığı zikriyle meşgul oldu. Padişah onun yanında ayakta bekleme halinde ve ağır sözler söylemekteydi. Emîr Ebü'1-Feth ve Hakîm Ali Geylânî orada bulunuyorlardı. Durumun nezaketini anladılar. İlerliyerek Padişahın dikkatini başka yöne çekmek için "Nihayet biz de Sultanın teveccühlerine lâyık değil miyiz?" dediler. Padişah'm öfkesi biraz soğudu ve Şahbaz Han'ı bırakarak onlarla birlikte gitti.
Uçlu Şeyh Abdülkadir de şeriata aykırı meselelerde Padişaha uymayan cesaretli kişilerdendi. Bir gün Padişah ona afyon uzatınca o bunu içmeyi reddetti. Padişah buna gücendi. Bir gün ibadethanede farz namazı kıldıktan sonra nafile ibadetlerle meşgulken Padişah saraydan çıkıp geldi. "Nafileleri evde yapman gerekir" deyince Mevlânâ Abdülkadir şöyle cevap verdi: "Sultanım, bu ibadethanede sizin hükümdarlığınız geçmez." Bu söze çok öfkelenen Padişah, "Siz benim hükümdarlığıma katlanamıyor sanız buradan çekip gidiniz" dedi. Bunun üzerine o da hemen Uç şehrine doğru çekip gitti. İbadetleriyle, insanlara doğruyu anlatmakla meşgul oldu.
Onun adaşı olan Lahorlu Şeyh Abdülkadir (Ö.H. 1022) de dinî cesareti ve hamiyetinden dolayı sultana kızgındı. Padişah Ekber'in emriyle Hindistan'ı terk edip Hicaz'a gitmek zorunda kaldı.
Delhili Mirza Azîzüddin Kevke (Ö.H. 1033) Padi-şah'ın yaşıtı ve süt kardeşiydi.Ekber kendisini çok severdi. Dinî ve şer'î meselelerde Ekber'i hiç gözetmez, açık konuşmayı tercih ederdi. Bundan dolayı Ekber onu Gucürât eyâleti valiliğinden azletti. Daha sonra Bengal ve Bihar valiliğine atayarak "en büyük han" unvanını verdi. Fakat bu kadar yakınlaşmaya rağmen o, padişaha saygı secdesinde bulunma, sakalını kestirme vs. gibi konularda Padişah'a uymadı.
Bu kişiler arasında Lahorlu Şeyh Münevver Abdül-hamid (Ö.H. 1015) de vardı. Ekber kendisini H. 985'de vezirlik makamına getirdi. Fakat o da dinî dürüstlüğünden ve İslâm'dan şaşmazlığmdan dolayı Padişahın öfkesine hedef oldu. Padişah, kitaplarına varıncaya kadar onun bütün mal varlığına el konulmasını emretti. Sonra da Agra'ya getirterek onu en ağır cezaya uğrattı. En ağır şartlardaki bir hapishaneye koydurttu. Bu büyük zât orada vefat etti[198]
Cihangir'in Tahta geçişinden sonra da bir süre Ekber döneminin protokolları ve merasimleri devanı etti. Gerçi, İslâm'a alenen karşı çıkma terkedildi fakat geri kalan prensipler devlet kademelerinde varlığını sürdürdü. Cihangir'in kendi eğilimi; Hz. Muhammed (s.a.)'in şeriatına saygı ve İslâm prensiplerine hürmet etmeye yönelmediği sürece öyle devam etti.
Bu devirde de çeşitli âlimler ve şeyhler, tehlikeyi göze alarak, şeriata karşı olan, din ve şeriatın kesin menettiği protokolları ve merasimleri yerine getirmeyi reddettiler, şeriat çizgisinden dışarı çıkmaya razı olmadılar. Hak sözü söylemekten hiç çekinmediler.
İşte bunlar arasında Hindistan'ın kuzey batı ser-haddinin bir tarikat sahibi büyüğü olan Garkaştlı Ah-med b. Muhammed b. İlyas vardı ki, Cihangir kendisini sarayına getirtti de o; padişah huzuruna geldiğinde protokol gereği yerlere kapanarak selamlamayı reddetti. Cihangir onu Govalyâr kalesine hapsetti. Orada üç sene boyunca hapis kaldı. Daha sonra H. 1020'de serbest bırakıldığına dair ferman geldi. Cihangir onu yanma alarak Agra'ya getirtti[199]
Fakat gerçek olan şu ki; devletin yanlış gidişine, yanlış uygulamalarına düzenli karşı çıkışı ve doğru yola getirmek için en sağlam, en mükemmel ve en hikmetli ölçüler içindeki mücadeleyi Müceddid-i Elfısâni İmam-ı Rabbânî Hazretleri vermiştir. Dini koruma, İslâm ve müslümanların yardımına koşma başarısı ve zaferi sadece ona nasip olmuştur. O bu görevi başararak Hindistan'da sessiz bir inkılap yapmıştır ki benzerini diğer İslâm ülkelerinin ve devletlerinin tarihinde görmek mümkün değildir.
Bu inkılâbın sonunda Ekber'den sonra Moğol İmpa-ratorluğu'nun tahtına geçen hükümdar kendinden öncekinden daha iyi ve İslâm'a karşı koyma mikroplarından korunmuş, dine saygıda ve îslâm hamiyyet ve gayretinde daha üstün ve seçkin bir kimseydi. Bu altın çizgi Muhiddin Evrengzib Âlemgir'in şahsına kadar sürdü.[200]
CİHANGİR'İN TAHTA GEÇİŞİ VE İMAMI RABBÂNÎ
Celâleddin Ekber Şah H. 1014'de öldü. O zaman İmanı-ı Rabbânî 43 yaşındaydı. Hindistan'da İslâm'ın onurlu yaşayışının, hürriyetinin ve bu ülkede üstün ve kudretli kalmasının açıkça tehlikeye düştüğü Padişah Ekber'in saltanatının son dönemi İmam-ı Rabbaninin ruhî gelişmesinin ve manevî olgunlaşmasının günleriydi. Onun devlet ileri gelenleriyle hiçbir ilişkisi yoktu. Devlet ileri gelenlerinin onun yüksek değerini, samimiyetini, herşeyi Allah'ın rızasına göre yaptığını ve manevî, ruhî yüceliklerini tanıma zamanı da henüz gelmemişti. Bu bakımdan aslında o hiçbir kimsenin gözüne ilişmediğinden Padişaha kadar kendi duygularını ve düşüncelerini ulaştıranı amış ti. Ya da din ve idarî sistem konusunda devletin genel politikasına etki yapamamıştı.
O günlerde devletin mutlak hâkiminin duygusuna, karakterine ve hükümdarın idare meclisi olan divanına, devlet gidişatına ve düzenine sahip olup hâkim olan kimseler samimi dindar birinin hükümdara yaklaşmasına, onunla ilişki kurmasına izin vermiyorlardı. Hükümdarın çevresine demirden öyle bir sur dikmişlerdi ki, bu suru aşarak dışarının taze, temiz ve katışıksız duru havasından hiçbir esinti, ülke insanlarının beğendiği ve beğenmediği konusunda hiçbir Ölçü içeri geçemiyordu. O günlerde İslâm'ın ve Müslümanların aralıksız süregelen hür ve müstakil devletlerinin hâkim olageldiği bu ülkelerdeki durumları, Kur'an-ı Ke-rim'de şu kelimelerle tasvir edildiği şekildeydi:
'Yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmişti ve onlar canlarından da bezmişlerdi ve Allah'tan başka sığınacak hiçbir sığınak olmadığını anladılar."[201]
Fakat Cihangir'in H. 1014'de tahta geçişi üzerine bu durum devam etmedi. Babasmın gölgesi altında ve kontrolünde aldığı özel eğitim ve öğretimden dolayı -her ne kadar açık bir dinî düzelme, şeriata bağlanma, İslâm'ın emirlerine yapışma ve kesin dinî bir temayül bulunmuyor idiyse de- Cihangir'in içinde İslâm'dan bir uzaklık ve tedirginlik, başka herhangi bir dinî felsefeden veya başka bir milletin medeniyetinden yılgınlık yahut hayranlık ve herhangi yeni bir din ve sistemi uygulama arzusu da bulunmuyordu. Başka bir sözle, her ne kadar o İslâm'ın koruyucusu değilse de, İslâm'ın mahvedicisi de değildi.
Genellikle taht ve taç sahibi hükümdarlar zevk ve safaya düşkün olurlar. Onlar herkes tarafından benimsenen herhangi bir genel düzeni yok etmeye, değiştirmeye ve yeni bir düzen uygulama başağrısma (başlarını derde sokmaya) yanaşmazlardı. Onlar sadece nefis keyfîne ve ağız tadına bakarlar, devlet ve idarenin şanla şöhretle yürümesiyle ilgilenirlerdi. Böyle kimselerin içinde, bu nefis ve madde düzeyinin üstüne çıkan ve bu dünya mevkilerine, görüntülerine değer vermeyen büyük kişilere karşı, gizli bir hayranlık ve saygının bulunduğu genellikle görülmüştür. Herhangi bir mevki peşinde koşan veya yeni bir akım ve felsefenin propagandacısı olanlara karşılık bu kişilerde daha çok gerçeği kabul etme yeteneği bulunmaktadır.
Cihangir de bu tarz hükümdarlardandı. O saltanat tahtına yerleşince basiret ve görgü sahibi olanlar anladılar ki; artık devletin yönünün değişmesinin ve tedricî olarak doğru yola getirilmesinin zamanı gelmiştir.[202]
Doğru Hareket Tarzı:
O günlerde İmam-ı Rabbânî Hazretleri için ve din bilgisi ve maneviyat olgunluğu ile süslenmiş kimseler için, bir de kendi kendine sessiz çalışan ve Allah yolunda yürüme nimet ve servetiyle dopdolu olup dinî gayret ve hamiyet neşesiyle sarhoş olan herkes için o devirde devlet idaresi üzerine gölgesini yaymış olan (devlete hâkim olan) bu durum karşısında üç yol vardı:
1— Birincisi; ülke ve devleti kendi haline bırakarak, huzur ve sükun içinde Allah'ı zikretmekle meşgul olacağı bir köşeye çekilmeyi kendisi için uygun görüp hak yolunu arzu eden kimseleri eğitmekle, zikir ve ibadetle başbaşa kalma yoluydu.
Bu şekil İmam-ı Rabbânî'nin devrinde onlarca hatta yüzlerce büyük âlimlerin ve şeyhlerin benimsediği bir hareket tarzıydı. Ülkenin her karışında onların tekke ve zaviyeleri vardı. Onlar herkesten uzak bir yalnızlık ve sessizlik içinde faaliyet göstererek Allah'ın kullarına değer biçilemeyen manevî ve imanı faydalar sağlıyorlardı.