ZİMMÎ

Bir İslâm devletinin himaye ve hakimiyetini kabul etmiş Yahudi ve Hiristiyana, Müslümanlar tarafından zimmî adı verilir. Mal, can, namus ve dîni için teminat verilmiş olan gayr-i müslim kişi anlamındadır.
Zimmî kavramına bütün İslâm devletlerinde rastlanır. Bir tslâm devletinin tebası durumunda olan kişilerden İslâm'ı din olarak benimseyenlere müslüman, dini ayrı olmakla birlikte tslâm yönetimi altında kalmayı ve müsl umanların hakimiyetini kabul edenlere ise "zimmî" denilir. İzin ve pasaportla tslâm ülkesine giren yabancılara da "müste'men" adı verilmiştir.
Zimmîlerle ilgili uygulamaların temellerini hicretten sonra Medine'de kurulan İslâm devleti anayasasında bulmak mümkündür. Bu anayasaya göre devletin Müslüman ve Yahudiler'den meydana gelen vatandaşları vardı ve bunların kendilerine ait hak ve görevleri bulunuyordu. Fetihlerin yayılması ve devletin sınırlarının genişlemesi ile pek çok gayr-i müslim Müslümanların hakimiyetini kabul ederek İslâm devleti sınırları içinde kaldı. Bu arada Hayber Yahudileri ve Necran Hırisü yanlan ile Medine Yahudileri gibi itaat ve hizmet anlaşmaları yapıldı. Ehl-i Kitabı oluşturan bu Yahudi ve Hıristiyan toplulukları, Ku/an ayetleri ve Hz. Muhammed (s.)'in tatbikatı doğrultusunda, ehlü'z-zimme olarak, zamanla devlet içinde belli bir hukukî statüye kavuşturuldu. Harran Sabitleri ve İran'da yaşayan Mecusiler de zimmî sayılmışlardı. Hatta Hindistan'daki İslam İmparatorluğu zamanında Budistleri de "Kitap ehli"nden sayan alimler olmuştur. Yalnız, İslâm toplumuna zararlı akidelerini sokmak isteyen zındıklar, Maniheistler ve bunların etkisinde kalanlar, Bâbek Mazdekleri gibi dinî-po-litik faaliyetlerde bulunan ve İslâm hakimiyetini tehlikeye sokan gruplar, zimmet hakkından yararlandın imam ıslardı.
îslâm fatihleri gayr-i müslim topluluklarla karşılaşınca onlan müslüman olma, İslâm devleti hakimiyetini tanıma veya savaşma şıklarından birini kabul etmeye davet ederlerdi. Bu davete uyup müslüman olanlar derhal diğer m üsl limanlarla aynı statüye kavuşur; savaştan önce veya sonra İslâm hakimiyetini kabul edenler ise "cizye" vermek şartı ile "zimmî" sayılırlardı. Cizye, güç ve kazançlarına göre değişmek üzere senede bir defa devletin, zimmîlerin mal, can, namus, din ve vicdan hürriyetlerini teminat altına alma karşılığında topladığı bir vergi idi. Buna karşılık zimmîler, müs-Jümanların Ödemek zorunda oldukları zekât ve fitre gibi ibadet-vergilerden muaf tutulmuşlardı. Ayrıca ödeme gücü olmayan fakir, işsiz ve kimsesizler, serveti olmayan yaşlılar, akıl hastalan ve manastırlarda oturan rahipler cizye vermezlerdi. Bütün müs-lümanlar askerlik yapmak mecburiyetinde oldukları halde zimmîler bu görevden muaf tutulmuş, gönüllü olarak askerlik yapan zimmîlerden ise cizye alınmamıştır. Zimm-Herden düşmana esir düşenlerin müslüman esirler gibi fidye ödenerek kurtanlmaları devletin görevi sayılmıştır.
Zimmîlerin mal, can, namus ve şerefleri müslümanlannki gibi dokunulmazdı. Halid b. Velid'in Şam Hıristiyanlan ile yaptığı anlaşmada: "... Onların hayatlan, mallan ve kiliseleri teminat altındadır. Allah'ın, Resulünün, halifelerinin ve müslümanlann zimmeti (himayesi) onlara verilmiştir. Onlar cizye ödedikleri müddetçe üzerlerine iyitikten başka bir şey gelmeyecektir." denilmektedir.
İslâm hukukuna göre devlet, vatandaşın son sığınağıdır. Bu nedenle zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamayan vatandaşlarına yardım etmek zorundadır. Yiyecek, giyecek, mesken ve sağlık gibi temel hizmet alanlarını içine alan ve bir çeşit sosyal sigorta durumunda bulunan bu yardımlardan müslü-manlar gibi gayr-i müslim vatandaşlar da yararlanma hakkına sahiptirler.
Zimmîler, yüksek derecede sorumluluk gerektiren memuriyetler (tefviz vezirliği gibi) hariç, devlet hizmetlerinde görev alabilirlerdi. Ebu Hanife, Şafiî gibi bazı îslâm hukukçuları, zimmîlerin, Kur'an, hadis, fıkıh gibi dinî ilimleri öğrenme hürriyetlerine sahip olduklarını ve bundan men edilemi-yeceklerini belirtmişlerdir.
Bazı istisnalarla müslümanlarla zimmîler kanun önünde eşit sayılmışlardır. Zimmîlerin şahsî hak ve hürriyetleri tıpkı müslümanlar gibidir. Hz. Ali: "Onlar cizyeyi; mallan ve kanlan bizimkiler gibi olsun diye veriyorlar" demiştir. Zimmîlere kötü sözle, namuslanyla ilgili hususlarda gıybet veya fiilî davranışlarla tecavüzde bulunmanın Allah, Resulü ve İslâm'ın onlara verdiği teminata ihanet olacağı kabul edilmiştir. Ancak, zimmîlerin müslUmanlardan farklı giyinmeleri (değişik renk ayakkabı giymeleri ve bellerine kıldan Örülmüş "zünnar" denilen kuşak bağlamaları gibi) istenmiştir. Zaman zaman yeni kilise ve havra yapmaları yasaklanmış, eskilerinin tamiri de izne bağlanmıştır. Şehirlerde ata veya eyerli hayvanlara binmelerinin yasaklandığı devirler de olmuştur. Ayrıca gayr-i müslimle-rin Mekke'ye girmelerine de izin verilmemiştir.
Müslümanlarla zimmîler arasındaki farklara rağmen, islâmiyet'in gayr-i müslim vatandaşlara sağladığı en önemli hak şüphesiz din ve vicdan hürriyetidir. Hz. Mu-hammed (s.)'in Necran Hıristiyanlan ile yaptığı anlaşmada ise: "Necranhlar ve tabileri için, mallan, din ve cemaatleri, kiliseleri ve malik oldukları diğer şeyler hususunda Allah'ın himayesi ve Muhammed (s.)'in teminatı vardır" denilmektedir, İşte bu temel prensipler nedeniyle, tarih boyunca İslâm devletlerinde kilise ve havralar mevcut olmuş ve devlet zimmîlerin inanç ve ibadetlerine en küçük bir müdahalede bulunmamıştır. Hatta gayr-i müslim teb'a arasında çıkan mezhep ihtilâflarında bir mezhebe mensup olanların diğerleri tarafından ezilmesi engellenmiş ve herkes aynı ölçüde devlet himayesinden yararlandırılın ıştır. Bir müslumanın gayr-i müslim olan eşine müslüman olmayı teklif etmesini İmam Şafii'nin: "Bu, onlara verilen teminata aykırı bir davranıştır" diyerek caiz görmemesi, temel haklarda, özimmîkle din ve vicdan hürriyeti konusunda müslümanlann ne kadar titiz davrandıklarını göstermektedir.
Zimmîler, pek çok konuda davalarını kendi inançları ve kanunlarına göre karar veren mahkemelerine götürmek hakkına sahiptirler. Bu durum, onların, din ve vicdan hürriyeti yanında özerk mahkemelere de sahip kılındıklarını gösterir ki bu derece geniş hak ve hürriyetler, günümüzde muhtelif devletlerde yaşayan azınlıklara henüz verilmemiştir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi zimmîler bütün bu hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınmasına karşılık devlete "cizye" ödemek zorundadırlar. Bu teminatın yerine getirilemeyeceği durumlarda ise kendilerinden cizye alınmamış, hatta toplanan cizyenin iade edildiği de görülmüştür.
Osman ÇETİN
ZORUNLULUK
Zorunluluk, genel anlamıyla, bir şeyin olduğundan başka türlü olamama durumudur. Zorunluluk, zorunlu olduğu söylenen şeyin (mesele, söz vb.) cinsine göre mantıksal, fiziksel ve ahlaksal zorunluluk olmak üzere türlere ayrılır. Bu üçlü aynm, felsefe tarihinde ilk olarak Leibniz tarafından, onun Theodicee isimli eserinde yapılmıştır.
Zorunluluk, genel anlamında olduğu gibi, mantıksal, fiziksel ve ahlaksal zorunluluk türlerinde de, ait olduğu alanın kanunlarına dayanır. Zorunluluk fikri, ilgili olduğu alanın kesin ve değişmez, genel-geçer kanunlarının mevcut olduğu görüşünden hareketle, bu kanunların inkârının imkânsızlığı fikrine dayanmaktadır. Bu anlamda zorunluluk fikri, bir olayın veya düşüncenin gerçekleşmesindeki mevcut kaçınılmazlığı dile getirmektedir. Başka türlü olamamaz-Iık ve bir gereklilik düşüncesini bünyesinde barındırmaktadır.
Mantıksal zorunluluk, öncüllerden kıyas yoluyla türetilmiş sonuçların öncüllerle bağdaşması ya da bir durumun gerçekleşmesinin mantıksal kaçınılmazlığını ifade etmektedir. Matematiksel zorunluluk ismiyle de anılan mantıksal zorunluluk fikri, mantığın çelişmezlik ilkesine dayanmaktadır. Çelişiği düşünülemeyen, bir çelişki içine düşmeden başka türlü düşünülmesi mümkün olmayan şeye, mantıksal zorunluluk ismi verilmektedir. Genel olarak mantığın kanunları ve matematiğin aksiyon ve postulattan gözardı edilmeden değişik bir biçimde görülüp düşünülemeyen düşünce, olay çıkarım karşılığıdır.
Fiziksel zorunluluk ifadesi de mantıksal zorunlulukta olduğu gibi fiziksel yasaların inkârının sözkonusu edilmeden düşünülmesinin imkânsız olduğu durumlar için kullanılmaktadır. Fiziksel alandaki zorunluluğun dayandığı fiziksel yasa ise neden-etki bağını dile getiren nedensellik fikridir. Bir anlamda fiziksel zorunluluk, nedensel (causal) zorunluluk ile eşanlamdadır. Mantıksal zorunluluğun düşünce planında sözkonusu olmasına rağmen fiziksel zorunluluk, zihnî planın dışında kalan nesnel (feno-menal) dünyanın olayları, olguları için sözkonusu olmaktadır. Bu iki zorunluluk alanının, her zaman için birbiriyle örtüşmesi beklenmemelidir. Düşünce alanında kalan bir fikir, mantıksal kurallara ters düşmemek kaydıyla doğru olabileceği ve hatta yine bu kurallara göre düşünülmesi ve çıkarsanma-sı zorunlu olabileceği gibi aynı fikir veya düşünce, fiziksel yasalara aykırı olacağı için zorunluluk fikrini ihlâl edebilir ve nesnel dünyada karşılığını bulamayabilir.
Ahlaksal zorunluluk düşüncesi, diğer iki tür zorunluluk fikrinden oldukça ve hatta tamamiyle farklıdır. Ahlaksal alanda, doğal bir zorunluluktan çok bir yükümlülüğün zorunluluğundan bahsetmek mümkündür. Ahlaksal zorunluluk fikri, bir toplumun "ahlâk, Örf, âdet ve gelenek, görenek kurallarına uyma gerekliliği düşüncesinden doğmuştur. Bu anlamdaki bir ahlaksal zorunluluk görüşü, ahlâk felsefesi alanındaki volontarizm, fatalizm gibi çeşitli görüşlerin ve felsefî sistemlerin kurulmasına da yol açmıştır.
Bu üç tür zorunluluk çeşidi arasında, konuları ve dayandıkları yasalar ve kurallar çerçevesinde bakıldığında, derin ve büyük farklar bulunmasına rağmen bu zorunluluk türleri, zorunluluk ve gerekirlilik düşüncelerini kuvvetlendirmek istediklerinde aralarında bir geçişlilikten ve ilişkiden sözet-mek de mümkündür. Nitekim, a priori veya genel-geçer bir ahlâk sistemi kurma teşebbüsü, ahlaksal zorunluluğu bir mantıksal zorunluluğa dönüştürme çabasını ifade etmekten başka bir anlama gelmeyecektir. Aynı zamanda, bilimin ifadelerinden, yasa ve teorilerinden ahlaksal kurallar, övgü veya takdirler çıkarmak düşüncesi de ahlaksal zorunluluk fikrini fiziksel veya nedensel zorunluluğa tâbi tutma anlamına gelecektir.
Zorunluluk düşüncesi, bir diğer açıdan bakıldığında da göreli zorunluluk ve mutlak zorunluluk şeklinde ikiye ayrılabilir. Konularına ve dayandıkları yasalara göre üçe ayrılan zorunluluğun bu iki sınıflandırması da zorunlu olduğu söylenen ifadelerin mantıksal ve dilsel farklılıklarına dayanmaktadır. Dilsel planda zorunlu bîr önermeden bahsedebilmek için o önermenin çi-kanldığı öncüllerin, Önermenin içinde mevcut olması gerektiği açıktır. Mutlak bir zorunluluk, ancak bu gibi önermeler için söz-konusudur. Göreli zorunluluk ifadesi ise "Bu, doğru olmalıdır" biçimindeki bir önermeye verilen isimdir. Zira böyle bir önerme, "Niçin?" sorusunu beraberinde getirecek ve "Çünkü..." ile başlayan yeni önermeler dizisini davet edecektir. Bu önermeler dizisindeki mevcut sebeplerin genel-geçer-lîği ve zorunluluğu İse ayrı bir deneme ve ispata gerek göstereceği gibi göreli hükümleri de içerebilir. Zorunluluk dendiğinde akla ilk gelen ve gerçek zorunluluğu ifade eden
mutlak zorunluluk ise, evrensel bir yasallı-ğa ve nedenselliğe dayalı bir zorunluluğu dile getirmektedir. Mutlak zorunluluk, onsuz olunamayan koşulu (conditio sine qua non), vazgeçilemeyen nedeni bünyesinde barındıran bir önermenin zorunluluğudur. Zorunluluk ve olasılık ayrımının yanında böylesi mutlak ve göreli zorunluluk ayrımını ilk olarak ortaya atan, mantığın da kurucusu olan Aristoteles'tir. Aristoteles, göreli zorunluluk ile bir varsayım hakkındaki veya bir varsayımda mevcut bulunan bir zorunluluğu kastetmekteydi. Genelde zorunluluk dendiğinde akla gelen (veya gelmesi gereken) mutlak zorunluluk ise sık sık başka türlüsü olamayan, bir başka biçimde olması düşünülemeyen şey, önerme anlamına gelmektedir. Aristoteles'e göre mutlak zorunluluk ve bu tür zorunluluğa dayalı doğrular, nesnelerin özlerindeki veya varolanın doğasmdaki Özelliği, onların içyüzünü ifade etmektedir.
Zorunluluk fikri özellikle 17. yy ve sonrası felsefi düşüncelerinde önemli bir yere sahiptir. Bu dönemin ve zorunluluk düşüncesinin önemli ve ilk ismi Leibniz'dir, Leib-niz, "Theodicee" isimli eserinde zorunluluk türlerini sıralayıp tasvir etmekle birlikte zorunluluk ve olasılık arasında yaptığı belirgin ve önemli ayrım, onun, Hume'un düşünce ilişkileri ve olgular arasındaki ayrımını andıran aklın doğrulan ve olgunun doğrulan aynmına dayanmaktadır. Leib-nîz'e göre zorunluluk özelliği ancak aklın doğrularına (verites de raison) aittir. Olgunun doğrulan (verites de fait) ise rastlantısal ve olumsaldır (contingent). Bu ikinci tür doğrulann başka türlü olabilecekleri de düşünülebilir, dile getirdikleri başka türlü de olabilirdi. Olgunun doğrulan, Leibniz'in bir
düşünce ilkesi olarak benimsediği yeter sebep ilkesine dayanır. Aklın doğrulan ise çelişmezlik ilkesine dayanmaktadır.
Leibniz ile olasılıktan ve rastlantısal olandan kesin olarak aynlan ve bir nevi kendisine a priori bir nitelik yüklenen zorunluluk kavramı, Kant'ın düşünce sisteminde önemli bir rol üstlenmiştir. Kant eleştirel felsefesinin temel eseri olan Saf Akim Eleştirisi'nde dile getirdiği gibi hep bir değişmez bilginin, başka türlü düşünülemeyen ve deneylenemeyen, tüm insanları kuşatıcı bir bilginin özlemi içindedir. Bu özlem, Kant'ın sadece bilgi teorisi alanında değil, ahlâk ve estetik alanlarında da arzuladığı zorunlu, genel-geçer bir niteliğin ifadesidir. Kant, matematik ve matematiğe dayalı doğa bilim (fizik) olarak gördüğü bilimin bize verebileceği kesin yargılann ancak sentetik - a priori önermeler ile mümkün olabileceğini söylemektedir. Sentetik -a priori önerme, önermenin içerdiği kavramın dışına çıkan, fakat deneye dayanmayan yargıyı ifade etmektedir. A priori bilgi, zorunlu ve genel-geçer olan bir bilgidir. Kant'ın bilimsel bilgiler için bir özellik ve hatta bir zorunlu nitelik olarak gördüğü bu zorunluluk özelliği, Kant sonrası bilim felsefelerini ve filozoflan olduğu kadar bilim adamlannı ve bilimsel düşünce yapılannı da etkilemiştir.
Kant'ın zorunluluk düşüncesini bilimin temeline yerleştirmesi, uzun yıllar bilimin kesin ve mutlak yargılar verebileceği fikrini kuvvetlendirmiş ve bu kanaat, bilimci (sci-entist) eğilimin güçlenmesine sebep olmuştur. Hatta pozitif bilimlerin temelinde bir zorunluluk fikrinin bulunduğu görüşü; sosyal bilimler alanında da pozitivist ve bilimci (scientist) bir geleneğin doğmasına yol açmıştır, denebilir. Ancak, daha sonraki dönemlerde zorunluluk karşısında tavır alan ve doğa bilimlerinde dahi bir zorunsuzlu-ğun sözkonusu olduğunu ileri süren düşünürlere rastlamak mümkündür. Bunların başında ise Türkiye'nin düşünce hayatında da önemli etkileri olan Emile Boutroux gelmektedir.
Ali DÖLEK